J’ACCUSE! - İTHAM EDİYORUM! (EMILE ZOLA)
Bu yazı 13 Ocak 1898'de L'Aurore Gazetesi’nde yayınlandı. Emile
Zola'nın dönemin cumhurbaşkanı Felix Faure'a yazdığı ve “İtham Ediyorum”
başlıklı bu açık mektup Fransız tarihinde önemli bir yere sahip. Çünkü
bu mektup topal adalet anlayışına ve sisteme karşı çok büyük bir meydan
okumayı içeriyor.
Yüzbaşı Dreyfus, aleyhinde “imzasız ihbar mektubu” dışında
hiçbir kanıt olmamasına rağmen tutuklandı ve vatana ihanet suçundan
hüküm giydi. Yahudi düşmanlığını tırmandı ve toplumun ortak paydası
oldu. Bütün Fransa’da bu linç kampanyasına neredeyse sadece Emile Zola
katılmaz. Zola peş peşe “Gerçek Yürüyor”, “Gençliğe Mektup” ve
“Fransa’ya Mektup adlı yazılarını kaleme alır ve halkın adalet
kavramının nasıl yitip gittiğini, nasıl yanlış yönlendirildiklerini, çok
büyük bir suça nasıl ortak olduklarını çok sert ve net bir dille
anlatır.
“İtham ediyorum;
Sayın Başkan,
Bir
gün bana gösterdiğiniz iyi kabulden dolayı gönül borcunu haketmiş
olduğunuz şeref konusunda duyduğum kaygıyı belirtmeme, şu ana dek pek
mutlu olan yazgınızın en utanç verici ve en silinmez bir leke almak
üzere olduğunu söylememe izin verir misiniz?
Siz, en alçakça
itiraflardan tertemiz çıkıp gönülleri fethetmiş bir insansınız. Ancak şu
çirkin Dreyfus Olayı isminiz için -yönetiminiz için diyeceğim- ne büyük
bir çamurdur! Bir savaş konseyi, çok kısa bir süre önce tepeden gelen
bir emirle Binbaşı Esterhazy'yi temize çıkarmayı, tüm gerçeğe ve tüm
adalete ağır bir tokat indirmeyi göze aldı. Böylece herşey bitti.
Fransa'nın alnına leke sürüldü. Tarih böylesine toplumsal bir cinayetin
sizin başkanlığınız sırasında işlendiğini yazacaktır.
Onlar
hiçbir şeyden çekinmediklerine göre, ben de herşeyi göze alıyorum.
Gerçeği söyleyeceğim. Çünkü davayı ele alan mahkeme, gerçeği tam
anlamıyla ve eksiksiz olarak ortaya çıkarmazsa onu söylemeye önceden söz
verdim. Konuşmak ödevimdir, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa
gecelerim, uzakta, işlemediği bir suçtan ötürü işkencelerin en
korkuncunu çeken suçsuz bir insanın görüntüsünden kurtulamaz.
Namuslu bir insan olarak tüm gücümle ayaklanıp bu gerçeği size
haykıracağım sayın başkan. Şerefinizi düşünerek gerçeği bilmediğinize
inanıyorum. Bu durum karşısında, gerçek suçlulardan oluşan kötülükçü
güruhu size değil de, kime haber verebilirim? Siz ki ülkenin en yüce
katında bulunuyorsunuz. İlk Önce Dreyfus'un yargılanması ve hüküm
giymesi konusundaki gerçeği ele alalım.
Uğursuz bir adam
herşeyi yürütmüş, herşeyi yapmıştır. Bu adam o zamanlar binbaşı olan
yarbay Paty de Clam'dır. Dreyfus olayını yaratan odur. Dürüst bir
soruşturma ile eylemleri ve sorumlulukları ortaya çıkarılmadığı sürece
onu tanımak imkansızdır. O, romansı entrikalarla dolu, sisli, karmaşık
bir kafa olarak ortaya çıkıyor. Okuduğu tefrika romanlar dolayısıyla,
çalınmış belgelerden, isimsiz mektuplardan, ıssız yerlerdeki
randevulardan, dedikodu yapan esrarengiz kadınlardan hoşlanıyor.
Dreyfus'a bordroyu dikte etmeyi düşünen odur.Onu baştan sona aynalarla
donanmış bir odada incelemeyi tasarlayan da odur. Binbaşı Forzinetti bu
adamın, uyumakta olan sanığın yanına elinde fenerle girmek istediğini
anlattı. Amacı sanığın yüzüne ansızın ışık tutup, uyku sersemliği içinde
onun suçunu yakalamakmış. Herşeyi söylemem gerekmez. Araştırılsın.
Herşey meydana çıkacaktır. Yalnız şunu belirteyim : Adli subay olarak
Dreyfus olayını mahkemeye götürmekle görevli olan Binbaşı Paty de Clam,
işlenen korkunç adli hatanın, tarih ve sorumluluk sırası bakımından ilk
suçlusudur.
Bordro, genel felçten ölen Haberalma Dairesi Müdürü
Albay Sandherr'in bir suredir elindeydi. Sızmalar olmuştu bu arada.
Bugün olduğu gibi o zaman da belgeler yok oluyordu. Bordroyu kaleme
alanın arandığı bu sırada, bu adamın ancak genelkurmaydan bir subay ve
bir topçu subayı olabileceği düşünüldü: Bordronun ne kadar üstün körü
incelendiğini gösteren ikili yanılgıydı bu. Çünkü yapılacak akıllıca bir
inceleme sonucunda kolayca anlaşılır ki söz konusu olan bir kıta subayı
idi. Kısımca bilinen bir öyküyü burada yinelemek istemiyorum. İlk kuşku
Dreyfus üstüne düşer düşmez, Binbaşı Paty de Clam'in sahneye çıktığını
görüyoruz.
O andan itibaren Dreyfus'u bulan Binbaşı Clam
olmuştur. Dava onun sorunu haline gelmiştir. Haini karıştırmak, onu
eksiksiz itiraflara zorlamak için Binbaşı tüm çabasını harcamıştır. Hiç
kuşkusuz, işin içinde pek becerikli görünmeyen Savaş Bakanı General
Mercier, kendisini kilise tutkusuna kaptırmış görünen Genelkurmay
Başkanı General Boisdeffre ve vicdanı pek çok karanlık işi
kabullenebilen Genelkurmay Başkan Yardımcısı General Conse de var. Ama
işin başında herkesten önce Binbaşı Paty de Clam bulunuyor. Hepsini o
yönetiyor, hepsini ipnotizma ile uyutuyor. Çünkü bu Binbaşı aynı zamanda
ruhani konular ile, gizli şeyler bilgisi ile uğraşıyor, ruhlarla
konuşuyor. Zavallı Dreyfus'u bu adamın ne gibi deneylerden geçirdiği,
hangi tuzaklara düşürmek istediği, nasıl mantıksız sorgulamalar yaptığı,
ne denli kıvrandırıcı çılgınlıklara giriştiği bilinemez.
İlkten olup bitenleri gerçek ayrıntılarına değin bilenler mutlaka kabus
geçirirler! Binbaşı Paty de Clam Dreyfus' u tutukluyor ve hücreye
hapsediyor. Sonra koşup Bayan Dreyfus'un gözünü korkutuyor. Eğer birşey
söyleyecek olursa kocasının mahvolacağını söylüyor. O sırada talihsiz
Dreyfus yırtınıp duruyor, suçsuz olduğunu haykırıyor. Sonra sorgu ,
tıpkı bir 15. yy. güncesinde olduğu gibi, esrarengiz biçimde, karmaşık
ve zalimce birtakım yollara başvurularak yapılıyor.Tüm bunların dayanağı
bir tek çocukça kanıttır: Budalaca hazırlanmış olan bir çizelge. O
çizelge ki yalnızca bayağı bir ihanet değil, aynı zamanda
dolandırıcılığın da en küstahcasıydı. Çünkü verildiği söylenen tüm
sırların hemen hepsi değersizdi. Bu konudaki direnişim boşuna değildi.
Bu tohumdan sonraları gerçek suç çıkacaktır ortaya. Fransa’nın başına
bela kesilen tüyler ürpertici adaletsizlik hastalığı kendisini
gösterecektir. Adli hatanın nasıl işlendiği, bunun nasıl Binbaşı Paty de
Clam'ın çevirdiği dolaplardan oluştuğu, General Mercier'in, General
Boisdeffre ve General Conse'un nasıl aldanabildikleri, yavaş yavaş
sorumluluklarını bırakıp nasıl bir yanılgıya düştükleri konusuna parmak
basmak istedim. O yanılgı ki sonraları generaller bunu kutsal bir
gerçek, asla tartışılmaz bir gerçek olarak kabul ettirmek gereğine
inanmışlardır.Sözün kısası, başlangıçta ihmal ve akılsızlıktan başka
birşey göze çarpmıyordu. Olsa olsa tertipçilerin, ortamın dinsel
tutkularına ve meslek ilişkilerinden kaynaklanan önyargılara boyun
eğdikleri seziliyordu. Budalalıklara aldırış etmiyorlardı.
En
sonra Dreyfus, savaş konseyinin önüne çıkarıldı. Duruşmanın kesinlikle
gizli yapılması istendi. Sınırı düşmana açıp Alman imparatorunu Notre
Dame'a getirmeyi amaç edinen bir hain için bundan daha sıkı sessizlik ve
güvenlik önlemleri alınamazdı. Ulus şaşkına dönmüştü. Korkunç birtakım
olaylar kulaktan kulağa fısıldanıyor, tarihi tiksindiren satılmışlıklar
dilden dile dolaşıyor ve doğal olarak ulus baş eğiyor. Yeterince ağır
ceza yok. Ulus, suçlunun rütbesinin kamu önünde alınmasını
alkışlayacaktır, onun pişmanlık acısı çekerek yüz karasıyla yaşamasını
isteyecektir. Peki, ama o söylenemeyen şeyler, gizli duruşmalarda özenle
üstü örtülen, Avrupa'yı ateşe verebilecek o tehlikeli nesneler gerçek
miydi? Hayır, işin içinde Binbaşı Paty de Clam'ın romansı ve çılgınca
kuruntularından başka birşey yoktu. Tüm bu yapılanlar yalnızca roman
tefrikalarının en gülüncünü gizlemek için yapılmıştır. Bundan iyice emin
olmak için savaş konseyi önünde okunan iddianameyi okumak yeterlidir.
Bu iddianame hiçbir hukuksal değer taşımamaktadır. Bir insanın
böylesine bir suçlama yazısı üzerine hüküm giymesi adaletsizliğin
mucizesidir. Hiçbir namuslu insanın bu suçlamayı yüreği isyan etmeden
okuyabileceğine inanmıyorum. Şeytan Adası’nda çekilen ölçüsüz kefareti
düşünüp de çileden çıkmamak elden gelmez. Dreyfus’un birçok dil bilmesi
suçtur. Evinde hiçbir tehlikeli belgenin bulunmamış olması suçtur. Ara
sıra doğduğu ülkeye gitmesi suçtur. Çalışkan olması, öğrenme kaygısı
içinde olması da suçtur. Coşkulanması da suçtur. Coşkulanmaması da
suçtur. Ya iddianamenin kaleme alınışındaki bönlükler, boşlukta kalan
biçimsel iddialar! Bize suçlamanın 14 esas maddeden oluştuğu
söylenmişti. Oysa ki tek bir maddeden; Çizelge maddesinden başka birşey
bulamıyoruz. Ve hatta öğreniyoruz ki bilirkişiler de anlaşamıyorlarmış.
Aralarından biri Bay Cobert, istenilen yönde karara varmadığı için
askerce azarlanmış. Dreyfus’a karşı tanıklık etmeye gelen 23 subaydan da
söz ediliyordu. Onların sorguları konusunda henüz bir bilgimiz yok. Ama
eminiz ki hepsi de aleyhte tanıklık etmemişlerdir. Bu bir aile
davasıdır ve şunu unutmamak gerekir: Davayı genelkurmay istemiştir ve
sanığa hüküm giydirmiştir. Şimdi de ona ikinci kez hüküm giydirmektedir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, elde bulunan tek kanıt bordroydu. Onun
üzerinde de bilirkişiler anlaşamamışlardı. Konsey dairesinde yargıçların
ister istemez beraate gidecekleri anlatılıyor. Bundan dolayı umutsuz
bir inatla, hüküm giydirmeyi haklı göstermek için, bugün gizli, ezici
bir belgenin varlığı ortaya atılıyor. Bu belge tüm yapılanları haklı
çıkarıyormuş ama gösterilemezmiş! Bu bilinemez ve görünemez belgenin
önünde bizim boyun eğmememiz gerekiyor demek! Bu belgeyi reddediyorum,
tüm gücümle reddediyorum! Gülünç bir belge. Evet, belki de minnacık
kadınların söz konusu olduğu ve herhangi bir yerinde Dreyfus’tan söz
edilen bir belge! Ulusal savunmaya ilişkin bir belge asla olamaz!
Yalandır bu! Ve üstlerinden gelinemeyecek şekilde yalan söylemeleri
büsbütün iğrenç ve edepsizce bir tutumdur. Fransa’yı ayaklandırıyorlar,
onun haklı coşkusunun arkasına saklanıyorlar. Yürekleri bulandırarak,
kafaları karıştırarak ağızları kapatıyorlar. Bundan daha büyük bir kamu
suçu olamaz.
Kısacası, Sayın Başkan, bir adli hatanın nasıl
işlendiğini gösteren gerçekler bunlardır. Böylece manevi kanıtlar,
Dreyfus’un durumu, dayanak yokluğu, Dreyfus’un sürekli olarak
suçsuzluğunu haykırması bir gerçeği ortaya koymaktadır: Dreyfus, Binbaşı
Paty de Clam’ın olağanüstü imgeleme yetisinin içinde bulunduğu kilise
ortamının “pis Yahudi” avının kurbanı olmuştur. Çağımızın yüz karasıdır
bu olay.
Şimdi Binbaşı Esterhazy olayına geliyoruz. Aradan üç
yıl geçti. Birçok vicdanlar derin rahatsızlıklar duydular,
kaygılandılar, araştırdılar, sonunda Dreyfus’un suçsuz olduğu kanısına
vardılar.
Bay Scheurer Kestner'in başlangıçtaki kuşkularının,
sonra kesin kanıya varışının tarihçesini yapmayacağım. Şu var ki Kestner
kendi yönünden araştırma yaparken, genelkurmayda da önemli olaylar
geçiyordu. Albay Sandherr olmuştu. Onun yerine haber alma dairesinin
başına Yarbay Picquart gelmişti. Picquart bu sıfatla görev başında
bulunduğu sırada, birgün eline bir mektup-telgraf geçer. Bu mektup
yabancı bir gücün ajanı tarafından Binbaşı Esterhazy'ye gönderilmiştir.
Bu durum karşısında Picquart kesinlikle soruşturma açmak zorunda kalır.
Şu da var ki Yarbay Picquart, üstlerin isteği dışında hiçbir zaman
herhangi bir eylemde bulunmamıştır. Bu nedenle kuşkularını üstlerine,
yani General Conse'a sonra General Boisdeffre'e, sonra da General
Mercier'in yerine savaş bakanlığına getirilen General Billiot'ya iletir.
Pek çok sözü edilen ünlü Picquart dosyası, Billiot dosyasından başkası
değildir. Bu, bir astın bakanına hazırladığı bir dosyadır. Bu dosyanın
bugün de savaş bakanlığında bulunması gerekir. Araştırmalar 1896 yılının
mayısından, eylül ayına dek sürdü. Şunu da belirtmek gerekir ki General
Conse, Esterhazy'nin suçlu olduğu kanısına varmıştır. General
Boisdeffre ile General Billiot da, bordrodaki yazının Esterhazy'nin
yazısı olduğunu yadsıyamazlardı. Yarbay Picquart'ın soruşturması
sonucunda böylesine keskin bir gerçek ortaya çıkmıştır. Ne var ki büyük
bir heyecan yaratmıştı bu gerçekler. Çünkü Esterhazy hüküm giyerse,
arkadan Dreyfus davasını gözden geçirmek kaçınılmaz bir zorunluluk
halini alacaktı. Oysa genelkurmay her ne pahasına olursa olsun bunu
istemiyordu.
Bu davada karar vermek için en elverişli an,
anlamsız sıkıntılar içerisinde kaçırılmış olsa gerek. Şunu belirtmeli
ki, General Billiot hiçbir biçimde lekelenmemiş bir insandı. Yeni
gelmişti, gerçeği ortaya çıkarabilirdi. Hiç kuşkusuz kamuoyundan
korktuğu için, genelkurmayı terk etmek zorunda kalmaktan çekindiği için
bunu göze alamadı. İkinci derecedekiler bir yana, General Boisdeffre'yi,
General Conse'u bırakmaktan çekindi. Sonra vicdani ile ordunun değeri
saydığı şey arasında bir dakikalık bir çatışma oldu.İşte o an geçince iş
işten gecmişti. O artık kendini kapıp koyvermişti, şerefini tehlikeye
atmış bulunuyordu. Böylece Billot başkalarının suçunu üstüne almış,
başkaları kadar, hatta başkalarından fazla suçlu duruma düşmüştü. Çünkü
adaleti gerçekleştirmek elinde olduğu halde bunu yapmamıştı. Durum
meydanda! General Billot, General Boisdeffre ve General Conse,
Dreyfus'un suçsuz olduğunu bir yıldan beri biliyorlar. Öyle olduğu halde
bu tüyler ürpertici gerçeği kendilerine saklıyorlar! Ve bu adamlar
geceleri gene de rahat uyuyabiliyorlar! Ve çok sevdikleri karıları ve
çocukları var!
Yarbay Picquart dürüst bir insan olarak görevini
yerine getirmişti. Üstleri karşısında adalet adına direniyordu. Hatta
onlara yalvarıyordu. İşi sürüncemede bırakmanın yanlış bir tavır
olduğunu, gerçek öğrenildiği zaman korkunç bir fırtınanın kopacağını
söylüyordu. Sonraları Bay Scheurer Kestner de General Billiot' ya aynı
şeyleri söylüyor ve sorunu ele alması, toplumsal bir yıkıma dönüşecek
ölçüde ağırlaşmasına göz yummaması için ona yurtseverce yalvarıyordu.
Hayır! Suç işlenmişti bir kez, genelkurmay suçunu itiraf edemiyordu.
Böylece Picquart başka bir göreve atanarak olabildiğince uzağa, Tunus’a
gönderildi. Ona Moris Markisinin olduğu yerde görev verilerek günün
birinde, kılıçtan geçtikten sonra yiğitliği övülmek istendi. Gözden
düşmedi. General Gonse onunla sıkça mektuplaşıyordu. Ancak ortada açığa
vurulması hiç de hoş olmayacak sırlar vardı.
Paris’te gerçek
karşı konulmaz bir hızla yürüyordu ve beklenen fırtına bilindiği biçimde
koptu. Bay Mathieu Dreyfus, Binbaşı Esterhazy’yi bordronun gerçek
yazarı olarak ele verdi. O sırada Bay Scheurer Kestner davanın yeniden
gözden geçirilmesi konusunda adalet bakanına dilekçe vermek üzereydi.
İşte o günlerde Binbaşı Esterhazy ortaya çıkıyor. İlk Önce çılgın
gibidir; İntihara ya da kaçmaya hazırdır. Sonra birden bire kafa tutmaya
başlar, zorlu davranışıyla Paris’i şaşkına çevirir.Demek ki yardımına
koşanlar olmuştur. Ona, çevrilen dolapları ve düşmanlarını bildiren
imzasız bir mektup gönderilmiştir.Hatta esrarengiz bir kadın zahmete
katlanıp bir gece ona genelkurmaydan çalınmış bir belgeyi getirir. Onu
kurtarması gereken bir belgedir bu. Burada yine Yarbay Paty de Clam’in
parmağını gördüğümü söylemekten kendimi alamıyorum. Onun doğurgan
yaratma gücünün ürettiği çareler hemen belli oluyor.Dreyfus’un suçluluğu
Yarbay Clam’in yapıtıydı. Şimdi bu yapıt tehlikeli durum almıştı.Bu
durum karşısında Yarbay Clam nasıl eli kolu bağlı dururdu? Elbette
yaptığını savunmak isteyecekti. Davanın yeniden gözden geçirilmesi ne
demekti? Şeytan Adası’nda tüyler ürpertici bir biçimde son bulan o
zırva, o trajik tefrika romanın yıkılışı olurdu bu! Yarbay Clam buna
asla izin veremezdi.
Bundan sonra Yarbay Picquart ve Yarbay
Paty de Clam arasında çatışma başlayacaktır. Birisi açıkça, diğeri
maskeli olarak düelloya çıkacaktır. Çok geçmeden her ikisini de sivil
mahkemenin karşısında bulacağız.Aslında, hep genelkurmayın kendisini
savunmasından, işlediği suçu, tiksinçliği, saatten saate artan bir suçu
itiraf etmek istemesinden başka birşey değildi bütün bu olup bitenler.
Herkes Binbaşı Esterhazy’yi koruyanların kimler olduğunu şaşkınlıkla
soruyordu. En başta perde arkasından her türlü dolabı çeviren, herşeyi
yöneten Binbaşı Paty de Clam koruyordu onu. Sonra General Boisdeffre,
General Gonse ve bizzat General Billot. Bu generaller binbaşıyı temize
çıkarmak zorundaydılar. Çünkü Dreyfus’un suçsuzluğunun ortaya çıkmasına
imkan sağlayamazlardı.Böyle birşey yaparlarsa savaş bakanlığı halkın
nefreti altında ezilirdi. Böylece bu olağanüstü durum, görevini tek
başına yapan dürüst insan Yarbay Picquart’ın maskaraya çevrilmesiyle,
cezalandırılmasıyla sonuçlanacaktır. Kurban edilen o olacaktır. Ey
adalet, ne büyük bir umutsuzlukla daralıyor insanın yüreği! onun
sahtekar olduğunu, Esterhazy’yi mahvetmek için telgraf kartını onun
uydurduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler.Peki ama neden? Hangi
amaçla? Bir neden gösteriniz. O da mı Yahudiler tarafından satın
alınmıştı? İşte böylesine alçakça bir görünüm karşısındayız. Ağır suç
işlemiş lekeli kişilerin suçsuz oldukları söylenirken bir yanda yaşamı
boyunca lekesiz kalmış, şerefli bir insan cezalandırılıyor! Bir toplum
bu duruma geldi mi, kokuşmaya yüz tutmuş demektir!
İşte
Esterhazy olayı budur Sayın Başkan: Temize çıkarılması gereken bir suçlu
söz konusudur. Hemen hemen iki aydan beri yapılan işi saati saatine
izleyebiliyoruz. Günün birinde uzun uzadıya coşku dolu sayfalara geçecek
olan bu öykünün bir özetini yapıyorum burada. Sonuçta General
Pellioux’nun, sonra da Binbaşı Ravary’nin vicdansızca soruşturmalar
yaptıklarını gördük. Bu soruşturmalardan alçaklar biçim değiştirmiş,
namuslu kişilerse lekelenmiş olarak çıktılar. Sonra da savaş konseyi
toplantıya çağırıldı.
Bir savaş konseyinin yaptığını, öbür
savaş konseyinin bozabileceğini nasıl umabilmişti? Yargıçların her zaman
yapabilecekleri seçmelerin sözünü bile etmiyorum. Askerlerin kanına
işlemiş olan yüksek disiplin düşüncesi, onların adalet gücünü
zayıflatmaya yetmez mi? Disiplin demek itaat demektir. Savaş Bakanı,
Büyük Şef, bir olay konusunda verilmiş mahkeme kararının önemini ve
gücünü kamu önünde belirtirken, bir savaş konseyinin onu kesinlikle
yalanlamasını mı bekliyorsunuz? Hiyerarşi bakımından olanaksızdır bu.
General Billot yaptığı açıklama ile yargıçlara telkinde bulunmuştur.
Onlar da ateşe atılırcasına, düşünmeden karar vermişlerdir. Dayandıkları
kanının şu olduğu anlaşılıyor: “Dreyfus’a ihanet suçundan bir savaş
konseyi hüküm giydirmiştir; Öyleyse Dreyfus suçludur. Şimdi biz bir
savaş konseyi olarak onu suçsuz ilan edemeyiz. Çünkü biliyoruz ki
Esterhazy’nin suçlu olduğunu kabul etmek, Dreyfus’un suçsuzluğunu
açıklamak olacaktır.” Savaş konseyi bu saplantıdan asla kurtulamazdı.
Bu kişiler savaş konseylerimizin sonsuza dek kamburu olarak kalacak ve
bundan böyle bu konseylerin kararlarını her zaman kuşku altında
bırakacak olan bütünüyle haksız bir karar vermişlerdir. İlk savaş
konseyi akılsızca davranmıştır. İkincisi kaçınılmaz bir karar ile ağır
suç işlemiştir. Yineliyorum: İkincisinin özrü, yüksek komutanın, daha
önceki mahkeme kararının dokunulmaz olduğunu açıklamasından başka birşey
değildir. Öyle ki astlar bunun tersini öne süremezlerdi. Ordunun
şerefinden söz ediliyor, onu sevmemiz, saymamız isteniyor. Bir tehlike
karşısında harekete geçerek, Fransız yurdunu savunacak olan orduyu, tüm
ulustan oluşan orduyu, elbette seviyoruz, elbette ona saygı duyuyoruz.
Ama söz konusu olan o değildir. Biz onun şerefini ve saygınlığını
düşündüğümüz için adalet istiyoruz. Burada söz konusu olan kılıçtır.
Belki de yarın başımıza efendi kesilecek olan kılıç! Bu kılıcın
kabzasını bağnazca öpmek mi? Asla!
Bir yandan şunu da
kanıtladım: Dreyfus olayı karargah şubelerinin işidir. Genelkurmaydan
bir subay, yine genelkurmaydan arkadaşları tarafından ihbar ediliyor ve
genelkurmay ileri gelenlerinin baskısı ile hüküm yiyor. Genelkurmay
suçlu duruma düşmeksizin Dreyfus’un suçsuz çıkması imkansızdır. Bundan
dolayıdır ki, karargah şubeleri akla gelebilecek her türlü önleme baş
vurarak, basında kampanya açarak, bildirilerle, nüfuzla Esterhazy’yi
korumuşlardır. Sırf Dreyfus’u ikinci kez mahvetmek için bunu
yapmışlardır.Cumhuriyet hükümeti, General Billot’nun bile düzenbaz
takımı diye adlandırdığı bu kimselere yol vermeliydi. Herşeyi baştan
başa yenilemeyi ve düzeltmeyi göze alacak olan, gerçekten güçlü ve
akıllı, yurtsever bakanlık nerede? Nice kişiler tanıyorum ki, ulusal
savunmanın hangi ellerde olduğunu bildikleri için kaygıyla
titremektedirler! Yurdun alınyazısının karara bağlandığı o kutsal
sığınak, ne aşağılık entrikaların, ne dedikoduların ve savurganlıkların
yuvası haline gelmiştir!
Kamuoyunu şaşırtmak, onu çileden
çıkartmak ağır bir suçtur. Sıradan ve gösterişsiz insanları zehirlemek,
gericilik ve hoşgörmezlik tutkularını tiksinç Yahudi düşmanlığına
sığınarak körükleyip azdırmak, suçların en ağırıdır! Eğer bu hastalık
iyileştirilmezse insan haklarının özgürlükçü büyük Fransa’sı
yıkılacaktır. Yurtseverliği, kin ve düşmanlık için sömürmek bir
cinayettir. Ve en sonra, tüm insanlık bilimi geleceğin gerçek ve adalet
yapıtını oluşturmaya uğraşırken, kılıcı çağdaş tanrı haline getirmek
büyük bir cinayettir.
Derin bir tutkuyla arzuladığımız gerçeğin
ve adaletin hiçe sayıldığını görmek ne büyük bir yıkımdır! Bay Scheurer
Kestner’in yüreğinde bir çöküntü olabileceğinden kuşkulanıyorum. Öyle
sanıyorum ki, sonucunda Bay Kestner, senatodaki gensoru sırasında bir
devrimci gibi davranıp içini dökmediği, herşeyi yıkmadığı için pişman
olacaktır. O büyük ve dürüst insan, doğruluk içinde geçen yaşamının
insanı olarak kalmıştır. Gerçeğin kendi kendine yeterli olduğuna,
özellikle herşeyin gün gibi açık göründüğü bir sırada başka türlü
düşünülemeyeceğine inanmıştır. Yakında güneş parlayacağına göre ne diye
herşeyi altüst etsindi? İşte bu güven dolu serinkanlılığı yüzündendir ki
Kestner korkunç biçimde cezalanmıştır. Aynı şeyi Yarbay Picquart için
de söyleyebiliriz. O ki ağırbaşlılığı ve yüksek onuru uğruna General
Gonse’un mektuplarını yayınlamak istemiştir. Üstlerinin kendisine çamur
attığı, onu en beklemedik ve onur kırıcı şekilde mahkemeye verdikleri
bir sırada gösterdiği titizlik, disipline saygılı kalışı, ona büsbütün
değer kazandırmaktadır. Ortada işleri tanrıya bırakan iki kurban, iki
yiğit kişi, iki temiz yürekli insan var. Ve dahası, Yarbay Picquart’ın
şu iğrenç durumla karşılaştığı görülmüştür: Bir Fransız mahkemesi,
savcının bir tanığı kamu önünde suçlamasına olanak verdikten sonra, bu
tanık açıklama yapmak ve kendini savunmak üzere mahkemeye alınınca,
duruşma gizli yapılmıştır. Bunun da ağır bir suç olduğunu söylüyorum. Bu
suç kamu vicdanını ayaklandıracak özelliktedir. Şurasını kesinlikle
belirtmeliyim ki, askeri mahkemelerin adalet konusunda acayip
düşünceleri vardır.
Yalın gerçek budur, Sayın Başkan ve bu
tüyler ürpertici gerçek başkanlığınız için bir leke olarak kalacaktır.
Bu davada hiçbir yetkinizin bulunmadığı, sizin çevrenizin ve anayasanın
tutsağı olduğunuz kanısında değilim. Hiç değilse bir insanlık ödeviniz
vardır: Bunu düşünecek ve yerine getireceksiniz. Bu davanın zaferle
sonuçlanacağından asla kuşkum yok. Şimdi daha büyük bir kesinlikle
yineliyorum: Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır.
Herkesin aldığı durum bugün açıkça belli olduğuna göre, dava ancak bugün
başlamıştır: Bir yandan gerçeğin gün ışığına çıkmasını istemeyen
suçlular, öte yanda herşeyin aydınlanması için yaşamlarını vermeye hazır
olan adaletseverler. Daha önce söyledim, yine söylüyorum: Gerçeği
yeraltına kapatırsanız birikim oluşur ve gerçek bir yerde öylesine bir
patlama gücü kazanır ki, patladığı gün, kendisiyle birlikte pek çok şeyi
havaya uçurur. Bu tavırla ilerisi için yıkımların en gürültülüsünün
hazırlanıp hazırlanmadığını herkes görecektir.
Mektubum fazla uzadı Sayın Başkan; Bir sonuca varmanın zamanıdır.
Yarbay Paty de Clam’ı adli hatanın iblisçe düzenleyicisi olarak
suçluyorum. Sonra da uğursuz yapıtını, üç yıldan beri en şaşırtıcı ve en
baştan başa suç olan dalaverelere başvurarak savunmakla suçluyorum onu.
General Mercier’yi, hiç değilse düşüncesizliği yüzünden, çağımızın en büyük haksızlığında suç ortağı olmakla suçluyorum.
General Billot’yu, Dreyfus’un suçsuzluğu konusunda elinin altında
bulundurduğu kesin kanıtları saklamakla, saygınlığı tehlikeye düşen
genelkurmayı siyasal amaçla kurtarmak için, insanlığa ve adalete karşı
ağır suç işlemekle suçluyorum.
General Boisdeffre’i ve General
Gonse’u aynı suçun ortakları olarak suçluyorum. Birisi, hiç kuşkusuz
papaz egemenliği tutkusu yüzünden, teki ise belki, karargah şubelerini
dokunulmaz sayacak kadar mesleğe bağlı olduğu için suça ortak
olmuşlardır.
General Pellieux ile Binbaşı Ravary’yi,
vicdansızca soruşturma yapmakla suçluyorum. Bununla, soruşturmanın en
aşırı yanlılıkla yapıldığını belirtmek istiyorum.
Üç yazı
uzmanı, B. Belhomme, B. Varinard ve B. Couard’ı uydurma ve hileli
raporlar düzenlemekle suçluyorum. Yapılacak tıbbi muayene sonunda bu
kişilerin görme ve düşünme yetersizliğinden hasta oldukları saptanmazsa
suçlamadan kurtulamazlar.
Savaş dairelerini, basında özellikle
l’eclair ve l’echo de Paris gazetelerinde, kamuoyunu şaşırtmak ve
işledikleri suçu örtbas etmek için tiksinç bir kampanya yürütmekle
suçluyorum.
En sonra, birinci savaş konseyini, bir sanığa gizli
kalan bir belgeye dayanarak hüküm giydirdiği için hukuku çiğnemekle
suçluyorum. İkinci savaş konseyini de üstten gelen emre uyarak, bir
suçluyu, suçunu bile bile temize çıkarıp ağır adli suç işlemekle,
böylece birinci konseyin yasaya aykırı davranışını örtbas etmekle
suçluyorum.
Bu suçlamalarda bulunurken, 29 temmuz 1881 tarihli
Basın Yasasının 30 ve 31. maddelerine karşı geldiğimi, bu yasanın
lekeleme suçlarına ceza belirlediğini bilmiyor değilim. İsteyerek
kendimi tehlikeye atıyorum.
Suçladığım kişilere gelince:
Hiçbirini tanımıyorum. Onları hiç görmedim. Kendilerine karşı ne hıncım
var, ne kinim. Onlar benim için topluma kötülük eden kişilerden,
kafalardan başka birşey değildir. Benim burada yaptığım şey gerçeğin ve
adaletin ortaya çıkmasını hızlandırmak için devrimci bir araca
başvurmaktan başka birşey değildir.
Bir tek tutkum var; Bunca
acılar çeken ve mutluluğa hakkı olan insanlık adına duyduğum aydınlık
tutkusu. Coşkulu protestom, yüreğimden kopan çığlıktan başka bir şey
değildir. Beni ağır ceza mahkemesi önüne çıkarmayı göze alsınlar ve
herkesin önünde soruşturma açılsın! Bekliyorum.
Sayın Başkan, derin saygılarımın kabulünü dilerim.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder