René Descartes-Doğru Akıl Yürütme Yöntemi Üzerine Söylev
Sağduyu dünyadaki şeyler içinde bizlere en eşit biçimde dağıtılmış
olandır, çünkü herkes kendisinde bolca sağduyu olduğundan emindir, tüm
diğer meselelerde asla memnun olmayanlar bile zaten sahip olduklarından
daha fazla sağduyuya sahip olmayı pek arzu etmez. (...) Bana gelince,
ben asla zihnimin herhangi bir açıdan sıradan insanların zihinlerinden
daha mükemmel olduğunu düşünmedim; hatta bazıları kadar hızlı bir
düşünme gücüne, kesin ve belirgin bir hayal gücüne veya kapsamlı ve
hazır bir hafızaya sahip olmayı istedim. Bunların dışında insan zihnini
mükemmelleştiren başka bir nitelik bilmiyorum. İnsanı insan yapan ve
vahşilerden ayıran akıl ve duyuların bireylerde tam ve eksiksiz
bulunabileceğine seve seve inanırım ve bunu yaparken de azlık veya
çokluk sorununun ancak tesadüfler alanında ortaya çıktığını ve aynı
türden bireylerin doğalarını veya biçimlerini etkilemediğini söyleyen
filozofların ortak fikrini izlerim.
Ancak gençliğimden bu yana
talihli olduğumu söylemekte tereddüt etmeyeceğim, belirli yollara ışık
tutarak ve bu yolları takip ederek bir yöntem oluşturmamı sağlayacak
düşünceler ve düsturlar elde ettim. Sanırım bu yöntem sayesinde bilgimi
tedricen artırmak ve vasat yeteneklerimin ve kısa ömrümün izin verdiği
dereceye kadar ufak ufak genişletmek mümkün oldu. Çünkü daha önceki
yöntemlerin şöyle bir sonucu olmuştu: Kendi kendime verdiğim hükümlerde
her zaman kibirden çok kendimi aşağılamaya yaslanmaya çalışsam da
doğruyu ararken elde ettiğim gelişmelerden dolayı aşırı bir tatmin
olmayı engelleyemiyordum. (...)
Yine de alacakaranlıkta tek
başına yürüyen biri gibi ben de yavaş ilerlemeye ve çevremdeki her şeye
dikkat etmeye karar verdim, böylece çok az ilerleme kaydetsem de kendimi
düşmekten korumuş olacaktım. Üstlendiğim görevi planlamak için
yeterince zaman ayırmadan ve zihnimin becerebildiği kadarıyla tüm
şeylerle ilgili bilgiye ulaşmak için doğru yöntemi bulmadan, akıl
yoluyla zihnime yerleşmiş olmasa da inançlarımın arasına sokulmuş olan
hiçbir fikri nihai biçimde reddetmeyecektim.
Daha erken
dönemlerde, felsefede mantığa, matematikte ise geometrik analizlere ve
cebire biraz ilgi gösterdim; bu üç sanat veya bilimin amacıma ulaşmama
katkıda bulunacağını tahmin ediyordum. (...) Ama mantığı incelediğimde
gördüm ki, kullandığı kıyaslar ve diğer hükümlerinin çoğu, sadece, zaten
bildiğimiz konulardaki konuşmalarda işe yarıyor, Lully11 sanatı bile
bilinmeyeni araştırmak yerine bilmediğimiz şeyler hakkında hüküm
vermeden konuşmamıza yarıyordu [analiz ve cebirin de başka hataları
vardı]. Bunları göz önüne alarak bu üç bilimin sağlayacağı avantajları
kapsayacak ve onların hatalarını içermeyecek başka bir metot aramaya
karar verdim. Nasıl ki kanunların çokluğu adalete engel olur ve bu
yüzden bir devlet katı biçimde uygulanan az sayıda kanunla en iyi
biçimde yönetilmiş olursa, benzer biçimde mantığı oluşturan çok sayıda
hüküm yerine aşağıdaki dört hüküm benim için mükemmel biçimde yeterli
olacaktır, çünkü gözlemlediğim hiçbir örnekte bu sağlam ve tereddüde yer
bırakmayan önermeler yanlış çıkmamıştır.
Birincisi, kesin
olarak doğru olduğunu bilmediğim şeyleri asla doğru olarak kabul
etmemektir; kesin olarak bilmek derken, aceleciliği ve önyargıları
engellemek için dikkatli bir biçimde ve karar verirken hesaba katılacak
başka bir şey olmadan, zihnimde kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıkça
ve belirgin olarak bilmekten bahsediyorum.
İkincisi, her bir zorluğu, uygun bir çözüm bulmak için gerekli olduğu üzere mümkün olduğunca çok parçaya bölerek incelemektir.
Üçüncüsü, düşüncelerimi, bilinmesi en basit ve kolay nesnelerden
başlayarak azar azar, yani adım adım artırarak daha karmaşık bilgilere
ulaşacak şekilde düzenlemektir; kendi doğaları içinde bir öncelik ve
sonralık ilişkisi içinde olmayan nesneler için bile düşüncelere belirli
bir düzen tayin etmektir.
Sonuncusu, her vakada sayımı eksiksiz
ve gözden geçirmeleri mümkün olduğunca genel hale getirmektir, öyle ki
hiçbir şeyin unutulmadığından emin olabileyim.
Yukarıda
bahsettiğim konuşma konusundaki ilk tefekkürlerimi yapmanın uygun olup
olmadığı hususunda şüphelerim var, çünkü bunlar o kadar metafizik, o
kadar alışılmadıktı ki, çoğu kişi tarafından kabul edilmeyecek. Ancak
hazırladığım zeminin yeterince güvenliği olup olmadığını
belirleyebileceği için bunları ilan etmeye mecbur kalıyorum. Çok daha
önce işaret ettiğim gibi, pratikte bize şüpheli bile gelse, büyük oranda
kesin olmadığını sezdiğimiz fikirleri daha önce söylendiği gibi
benimsemek gerekir ama o zaman tüm dikkatimi gerçeği aramaya vermeyi
istiyordum, bu nedenle de bunun tam tersi bir prosedürün gerekeceğini
düşünüyordum ve en ufak bir şüpheye sebep olabilecek tüm fikirleri
mutlak bir yanlış olarak reddetmem gerekiyordu, böylece geriye kalan
fikirlerin tamamen kuşku duyulamaz fikirler olacağına inanıyordum.
Duyularımız bizi bazen aldattığından, hiçbir şeyin bize gösterildiği
gibi olmadığını düşünmeye eğilimliydim ve bazı kişiler geometrinin en
basit meselelerinde bile akıl yürütürken hata yaparak mantığa aykırı
düşündüklerinden ve ben de en az diğer insanlar kadar hata yapmaya açık
olduğumdan şu ana kadar ispatlanmış kabul ettiğim tüm akıl yürütmeleri
yanlış sayıp reddettim. Neticede uyanık olduğumuzda aklımızdan geçen tüm
düşüncelerin (görüntülerin) uyurken de aklımızdan geçebileceğini ve
hiçbirinin doğru olmayacağını düşündüğümde, uyanıkken zihnime girmiş
olan tüm şeylerin (görüntülerin) rüyalarımdaki illüzyonlardan daha fazla
doğru içermediğini farz ettim. Ama bundan hemen sonra, bu yüzden
tümünün yanlış olduğunu düşünmeyi arzularken bunları düşünen benim de
mutlaka bir şeyler olmam gerekiyordu; Düşünüyorum öyleyse varım
gerçeğinin, Şüphecilerin sarsıcı itirazlarına sebebiyet verse de hiçbir
şüpheye yer bırakmayacak kadar kesin ve ispatlı olduğunu gözlemledim. Bu
gerçeği, tereddütsüz, aramakta olduğum felsefenin ilk prensibi olarak
kabul edebilirdim. (...)
Bir sonraki adımda, beni şüphelendiren
şartlar yansımalarından ve bunun sonucunda benim tam anlamıyla mükemmel
olmayışımdan dolayı (çünkü şüphelenmenin değil, bilmenin mükemmelliği
sağladığını görmüştüm), kendimden daha mükemmel bir şey düşünmeyi
nereden öğrendiğimi araştırmaya yönlendirilmiş oldum; açıkça fark ettim
ki, böylesi bir nosyonu gerçekte benden daha mükemmel olan doğadan almış
olmalıydım. Gökyüzü gibi, dünya gibi, ışık gibi, ısı gibi ve başka
binlerce örnek gibi benim için harici olan birçok nesneye ilişkin
düşüncelerim söz konusu olduğunda bunların nereden geldiğini bilmemek
büyük bir kayıp sayılmazdı; bu nesnelerin hiçbirinde onların benden daha
üstün olduğunu gösteren bir şey olmadığından, eğer doğruysa bunların
mükemmellikleriyle orantılı olarak kendi doğama bağlı olduğuna ve eğer
yanlışsa onların hiçbir değeri olmadığına, yani benim doğamdaki bir hata
yüzünden bende olduklarına inanabilirdim. Ama benden daha mükemmel olan
bir doğa fikri varsa durum böyle olamazdı, çünkü bu fikri hiçbir şeyden
almamış olmak mümkün olamazdı ve daha mükemmel olanın daha az mükemmel
olana bağlı veya onun etkisinde olması da, bunun kendimden kaynaklanması
da eşit derecede imkânsızdı: buna göre kalan ihtimal gerçekte benden
daha mükemmel olan ve kendi içinde benim bir fikir haline
getirebileceğim tüm mükemmelliklere sahip olan doğa tarafından içime
yerleştirilmiş olmasıydı; tek kelimeyle söylersek bu, Tanrı’ydı. (...)
Diğer doğruları aramayı aklıma koyduktan ve geometricilerin nesnesini,
yani çeşitli parçalara bölünebilen, çeşitli biçimler alabilen ve birçok
farklı yolla hareket ettirilebilen veya ters çevrilebilen, uzunluk,
genişlik, yükseklik ve derinlik bakımından sonsuz biçimde
genişletilebilecek sürekli bir cismi veya gövdeyi (çünkü tüm
geometricilerin tefekkürünün amacı bu nesnedir) önüme koyduktan sonra,
en basit ispatlara yöneldim ve herkesin bu ispatlara atfettiği o
kesinliğin temelinin herkesin bunları açıkça anlaması olduğunu görünce
az önce ortaya koyduğum kurallar uyarınca bu ispatların beni bu nesnenin
varlığına hiçbir şekilde inandıramadığını gördüm. Örneğin bir üçgen söz
konusu olduğunda tüm açıların toplamının iki dik açının toplamına eşit
olması gerektiğini gördüm; ancak böylesi bir üçgenin var olduğuna beni
ikna eden hiçbir sebep göremedim; aksine, Mükemmel Varlık konusundaki
fikrimi incelemeye geri döndüğümde, bu durumda belirtilen varlığın,
üçgen fikrinde belirtilen üç açının toplamının iki dik açının toplamına
eşit olmasına benzediğini gördüm; yahut yüzeyindeki tüm noktaların
merkeze eşit uzaklıkta olduğu küre fikrine benziyordu, hatta daha
barizdi. Neticede, mükemmel olan Tanrı’nın var olduğu, geometrinin
ispatlarının olabileceği kadar kesindir. (...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder