Max Planck-Bilimsel Otobiyografi
Bilim insana gerçek dünyaya dair kesin bilgi verir mi? Max Planck
(1858-1947), Newton’un evrenini büyük ölçüde alaşağı eden modern “fizik
devrimi”nin önde gelen bilimadamlarından biridir. Yaşamının büyük bir
bölümünü Berlin’de teorik fizik profesörü olarak geçirdikten sonra,
1900’de ona dünya çapında ün kazandıran kuantum teorisini
geliştirmiştir. Planck’ın bilimle
felsefe arasındaki ilişkiye verdiği önem, yirminci yüzyılda fizikte
yapılan devrimlerle dünyanın her zamankinden daha gizemli bir hale
gelmiş olması sorununa tuz biber eker mahiyetteydi. Planck, aşağıda
sunulan konferansını 1941’de, seksen üç yaşındayken hazırlamıştır.
Tam bilim! Zengin çağrışımı olan iki sözcük! İnsanın gözleri önünde
taşları sımsıkı örülü yüce bir yapı belirmesine yol açıyor; öyle bir
yapı ki, âdeta bilgeliğin hazinesi, hakikat özlemi içinde bilgiye
susamış olan insanlığa vaat edilen hedefin sembolü! Ve bilgi güç
anlamına da geldiği için, doğada işbaşında olan kuvvetlere dair edindiği
her yeni bilgiyle insanın bu kuvvetlere nihayet egemen olabileceğini
umut etmesine yol açıyor.
Ancak hepsi bu değil, bu en önemli
kısmı bile değil. İnsanoğlu sadece bilgi ve güç istemiyor; kendi
eylemleri dahil, neyin değerli, neyin değersiz olduğuna dair bir ölçüt,
bir standart talep ediyor. Yeryüzündeki yaşamında iç huzuru teminat
altına alan bir ideoloji, bir felsefe istiyor. Ve şayet din onun bu
özlemini giderememişse, boşluğu tam bilimle ikame ediyor. Burada sadece
monizmin çabalarından söz ediyorum: Olağanüstü bilimadamları,
felsefeciler ve doğalbilimciler tarafından kurulan ve daha bir nesil
önce büyük bir saygınlık kazanmış olan bir düşünce ekolüne atıfta
bulunuyorum.
Buna rağmen, günümüzde monistlere13 dair tek
kelime duymuyoruz. Oysa kurdukları ideolojik yapı, kuşkusuz uzun yıllar
ayakta kalmak üzere tasarlanmış, büyük umutlar ve vaatlerle işe
koyulmuştu. Bir yerlerde bir şeyler eksik olmalı! Nitekim, şayet tam
bilimin gösterişli mabedine de daha yakından bakar, onu dikkatle
incelersek, tehlike arz eden zayıf bir noktası olduğunu görürüz:
Temelleri! Mabedin temelleri dışsal gerilime ve basınca karşı koyacak
şekilde her yönden ve olması gerektiği gibi güçlendirilmiş değil. Bir
diğer ifadeyle, tam bilim, onu destekleyecek, ayakta tutacak nitelikte
evrensel geçerliliği ve yanı sıra olağanüstü anlamı olan herhangi bir
ilkeye temellenmemiştir. Şurası muhakkak ki, tam bilim her yerde kesin
ölçü ve rakamlara dayanır ve bu yönüyle adına layıktır, çünkü mantık
yasaları ve matematik şüphesiz kesin olmak durumundadır. Oysa en keskin
mantık ve en kesin matematik hesaplar bile hatasız terimlerin
(öncüllerin, önermelerin) olmadığı yerde verimli olamaz. Hiçbir şeyden
hiçbir şey elde edemezsiniz.
Bilimadamlarının dünyasında hiçbir
şey, “varsayımsız bilim” tamlaması kadar kafa karışıklığına ve yanlış
anlamalara yol açmamıştır. Bu, Theodor Mommsen’in14 ürettiği bir
tamlamadır ve bilimsel analiz ve araştırmanın her türlü önyargıdan uzak
durması gerektiğine işaret eder ama bilimsel araştırmanın asla varsayıma
ihtiyaç duymadığı anlamına gelmez, gelmemiş olmalıdır. Bilimsel düşünce
bir yere çapa atmalı, oraya bağlanmalıdır ama nereye? Bu soru,
Tales’ten Hegel’e, çağlar boyunca bütün ulusların bütün düşünürlerinin
zihnini meşgul etmiş, hayal gücünü ve mantığı harekete geçirmiş; ne var
ki, tatmin edici bir cevabın olmadığı tekrar tekrar anlaşılmıştır. Bu
durumun belki de en etkileyici kanıtı, en yetkin beyinler, en azından
genel özellikleri itibariyle kabul edilebilir bir dünya görüşünü ortaya
koyma (keşfetme) çabalarının bugün başarısız olmasıdır. Bu gerçeğin
imkân tanıdığı akla yatkın tek çıkarım, tam bilimin sabit ve kapsamlı
bir içeriği haiz evrensel bir temele a priori yerleştirmenin imkânsız
olduğudur.
Dolayısıyla, tam bilimin ne anlama geldiğine dair
araştırmamızın daha en başından itibaren bilgi derdine düşmüş olan
herkesi hayal kırıklığına uğratan bir engelle karşı karşıyayız. Bu
engel, birçok eleştirmeye yatkın düşünürün şüpheciler safına katılmasına
yol açmıştır. Ve bir bu kadar üzücü bir diğer gerçek, belki de daha
fazla sayıda insanın (tahammül edilmez bir ideoloji addettikleri için)
septiklerin yanında yer almaktan korkup kurtuluş için antroposofi15 gibi
öğretilerin peygamberlerine sığınmış olmalarıdır. Bu gibi peygamberler,
yepyeni kurtuluş mesajlarıyla -içinde bulunduğumuz çağ dahil- tarihin
her döneminde ortaya çıkmış, hevesli müritler toplayarak şaşırtıcı bir
hızla başarılı olmuş, ne ki bir süre sonra sahneden çekilip geçmişin ve
tarihin derinliklerinde yok olup gitmiştir.
Bu ölümcül açmazdan
bir çıkış yolu var mıdır? Ve nerede bulunabilir? Bu, üzerinde durulması
gereken ilk sorudur? Bu sorunun olumlu bir yanıtı olduğunu ve bu
yanıtın tam bilimin hem anlamına hem de sınırlarına ışık tutacağını
göstermeye çalışacağım...
Eğer tam bilim mabedi için her
eleştiriye dayanabilecek bir temel ararsak, her şeyden önce
taleplerimizi epeyce yumuşatmalıyız. Tek bir şanslı fikrin, evrensel
geçerliliği olan bir aksiyomun, bilimsel yapıyı bir hamlede tesis
etmesini ummamalıyız. İlk olarak şüpheciliğin saldıramayacağı bir
doğruyu keşfetmekle yetinmeliyiz. Bir diğer ifadeyle, gözümüzü ne bilmek
istediğimize değil, neyi kesinlikle bildiğimize dikmeliyiz.
O
halde, bildiğimiz ve birbirimize haber verdiğimiz doğrular arasında, en
doğru olanı, en şüphe götürmeyeni hangisidir? Bu sorunun tek bir cevabı
vardır: “Kendi bedenimizle deneyimlediklerimiz.” Ve tam bilim dış
dünyanın keşfiyle uğraştığına göre, hemen şunu söyleyecek kadar ileri
gidebiliriz: “Bunlar dış dünyadan duyu organlarımız, gözlerimiz,
kulaklarımız vb. yoluyla edindiğimiz etkilerdir.” Şayet bir şeyi görür,
duyar ya da ona dokunursak, bu hiçbir şüphecinin inkâr edemeyeceği kadar
açık bir gerçektir...
Dış dünyadan aldığımız duyusal etkilerin
toplamını “duyu dünyası” olarak adlandırırsak, kısaca diyebiliriz ki,
tam bilim deneyimlenmiş duyu dünyasından neşet eder. Duyu dünyası,
tabiri caizse, bilimi hammaddeyle donatır.
Ne var ki, bu gayet
yetersiz bir sonuçtur, çünkü duyu dünyası, her hâlükârda sübjektiftir.
Bireysel duyular birbirinden farklıdır, oysa tam bilimin amacı objektif
ve evrensel olarak geçerli bilgiye ulaşmaktır. Dolayısıyla, öyle
görünüyor ki, bu yaklaşımı benimsersek yanlış yolda ilerliyoruz
demektir.
Ama bundan hemen bir sonuç çıkarmamalıyız, zira bize
açık olan yolda dikkate değer bir gelişme kaydedebileceğimiz
anlaşılacaktır. Bir bütün olarak bakınca, sorun tam bilimin biz
insanlara doğrudan açık olmadığına, ona yıllar, hatta asırlar boyunca
bir bir, adım adım ve büyük emek sarf ederek ulaşabileceğimize işaret
ediyor.
Şimdi, şayet duyu dünyamızı incelersek görürüz ki,
sayıca duyu organlarımız kadar çok alana bölünür; görmeye tekabül eden
alan, duymaya tekabül eden alan, dokunma, koklama ve tatmaya tekabül
eden alanlar vardır. Bu alanlar birbirlerinden tamamen farklıdır ve
aslen ortak hiçbir yanları yoktur. Renkleri algılamakla sesleri
algılamak arasında doğrudan bağ yoktur. Sanatçılar için belirli bir renk
tonuyla belirli bir müzikal perde arasında var olduğu farz edilen
yakınlık, bir veri olarak yoktur, ama bu, kişisel deneyimin uyardığı
yaratıcılığın hayal gücüne bir yansıması olarak görülebilir.
Tam bilim ölçülebilir büyüklüklerle uğraştığına göre, duyusal etkiler
itibariyle, öncelikle niceliksel veriye imkân tanıyan görme, duyma ve
dokunmayla ilgilenir. Bunlar vasıtasıyla elde edilecek veriler bilimsel
araştırmalar için hammadde değerindedir ve bilim, bu hammaddeyi
disiplinli akıl yürütme araçlarını kullanmak suretiyle mantıksal,
matematiksel ve felsefi olarak işler.
O halde bilimin bu
çalışması ne anlama gelir? Kısaca ifade edersek, duyular âleminin
çeşitli alanlarından gelen heterojen nitelikli zengin deneyimlerin
düzene sokularak sistematize edilmesi anlamına gelir. Aslında, bizler
bunu farkına varmaksızın bebekliğimizden bu yana yapmaktayız ki,
çevremizde olup bitenleri kavrayabilelim. Bu, insanoğlunun varoluş
mücadelesindeki yerini koruyabilmek için düşünmeye başladığı andan
itibaren yaptığı bir şeydir. Bilimsel akıl yürütme, sıradan düşünme
eyleminden pek farklı değildir; hassasiyet ve doğruluk itibariyle en çok
mikroskopla bakmanın çıplak gözle bakmaktan farkı kadar farklıdır. Bu
saptamanın doğru olduğu ve böyle olması gerektiği, tek bir mantık olduğu
gerçeği, yani belirli veriler çerçevesinde bilimsel mantığın sıradan
mantıktan daha farklı çıkarsamalar yapamayacağı gerçeğiyle izah
edilebilir.
Dolayısıyla, şayet günlük yaşamda aşina olduğumuz
deneyimlerden hareket edersek, bilimsel çalışmayla ne gibi sonuçlar elde
edilebildiği hakkında sezgisel olarak daha net bir anlayış sahibi
oluruz. Şayet kişisel, bireysel gelişmemizi yeniden gözden geçirir ve
zaman içinde dünya görüşümüzün aşamalı olarak ulaştığı noktayı göz önüne
alırsak diyebiliriz ki, tecrübeyle elde edilen verileri yaşadığımız
dünyaya dair bütünlüklü, kapsamlı ve işe yarar bir resim çizmek için
kullanıyoruz ve dış dünyayı duyu organlarımıza etkiyen ve böylelikle
farklı duyusal etkiler üreten objelerle dolu bir yer olarak görüyoruz.
Ne var ki, insanoğlunun içinde taşıdığı bu dünya resmi, ona baştan
itibaren ya da doğrudan verilmiş bir resim değil, zaman içinde
tecrübeyle elde edilen verilere dayanan, dolayısıyla tamamlanmamış bir
resimdir, yani “işte bu” diyebileceğimiz bir vasfı haiz değildir;
bebeklikten yetişkinliğe kadar, önceleri hızlı ve fakat giderek
yavaşlayan bir değişim gösterir. Aynı durum bilimsel dünya resmi için de
söz konusudur. Bilimsel dünya resmi ya da sözde “fenomonolojik dünya”
da son ve sabit değildir ama sabit bir değişim ve ilerleme süreci
içindedir; günlük yaşamın dünya resminden daha iyi bir yapı olmasıyla
farklılaşır. Günlük yaşamın dünya resminin bir bebeğin, bilimsel dünya
resminin ise yetişkin bir insanın dünya resmi olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla, bilimsel dünya resminin ne olduğunu anlayabilmek için, işe
en ilkel dünya resmini, bir bebeğin naif dünya resmini araştırarak
başlamak doğru olur.
Şimdi elden geldiğince bir bebeğin zihnine
ve düşünce dünyasına girmeye çalışalım. Çocuk, düşünmeye başlar
başlamaz kendi dünya resmini biçimlendirmeye başlar ve bunu yapmak üzere
tüm dikkatini duyu organları yoluyla aldığı izlenimlere yöneltir.
Onları sınıflandırmaya çalışır ve bu süre içinde bir sürü şey keşfeder;
örneğin görme, duyma, dokunma duyularıyla algıladığı ve aslında
birbirinden farklı etkiler arasında belirli, düzenli ve karşılıklı
ilişki olduğunu keşfeder. Mesela çocuğa bir oyuncak, diyelim bir
çıngırak verirseniz, dokunma duyusuna daima görme duyusunun eşlik
ettiğini, çıngırağı sallarsa, bunlara duyma duyusunun da katıldığını
algılar.
Bu süre içinde birbirinden bağımsız ve birbirinden
farklı duyular, bir ölçüde birbirine kenetlenmiş gibi görünse de, çocuk
bir başka deneyim vasıtasıyla bir bu kadar dikkate değer bir gözlemde
bulunacaktır. Şöyle ki, bazı duyuların birbirinden ayırt edilemeyeceğini
ve bunların ortak bir duygular âleminden neşet ettiğini, oysa
birbirinden tümüyle farklı özellikler taşıdığı keşfedecektir. Örneğin,
çocuk yuvarlak bir elektrik ampulüne bakıp onun dolunay gibi olduğunu
gözlenmeyebilir, çünkü ışık duygusu itibariyle benzer bir algılama
içindedir. Ne ki, elektrik ampulüne dokunabildiği halde aya
dokunamadığını, elini ampulün etrafında dolaştırabildiği halde ayın
etrafında dolaştıramadığını da keşfeder.
Peki, çocuk bu
keşifleri yaparken ne düşünür? Her şeyden önce merak eder. Merak
duygusu, bilgiye duyulan arzunun tüketilemez kaynağıdır. Bu duygu,
çocuğu sırrı çözmeye yöneltir ve şayet bu girişiminde rastlantısal bir
ilişkiyle karşılaşırsa, yaptığı heyecan verici keşfin tadını tekrar
tekrar tatmak için aynı deneyi on kez, yüz kez tekrarlamaktan usanmaz.
Ve yaşamı boyunca günbegün verdiği böylesi bir emek sayesindedir ki,
gündelik yaşamda ihtiyacı olan dünya resmi gelişir.
Çocuk ne
kadar olgunlaşırsa, çizdiği dünya resmi de bir o kadar olgunlaşıp
tamamlanır. Artık merak etmek için pek bir neden kalmamıştır, çünkü
büyümüş, sahip olduğu dünya resmi şekillenerek katılaşmıştır. Bunu doğal
bir şey olarak kabul eder ve hiçbir şeyi merak etmez olur. Peki,
yetişkin insan bunu kendi çizdiği dünya resminin yaşamak için yeterli
olduğunu kavradığı için mi yapar? Hayır! Yetişkin insanın daha az merak
etmesinin nedeni yaşamın bilmecesini çözmüş olması değil, kendi dünya
resmini yöneten kurallara alışmış olmasıdır. Neden başka kuralların
değil de bu kuralların geçerli olduğu sorusu, onun için şaşırtıcı ve
açıklanmazdır. Bu durumu anlayamayan, derin önemini yanlış kavrayan ve
artık hiçbir şeyi merak etmediği bir aşamaya gelmiş olan insan, düşünme
ve akıl yürütme sanatını yitirmiş olan insandır.
Şaşırtıcı olan
şudur ki, tüm ırklar ve uluslar itibariyle, doğal yasalar insanların
hepsi için geçerli değildir. Dahası, söz konusu yasaların çoğu
öngörülemeyen bir kapsamı haizidir.
Dolayısıyla, dünya resminin
yapısındaki harikuladelik her yeni yasanın keşfiyle artar. Bu, sürekli
yeni bir şey üreten günümüz bilimsel araştırmaları için de söz
konusudur. Kozmik ışınların esrarını ya da gizemli hormonları veya
elektron mikroskobunun kayda değer ifşaatını düşünsenize! Bu, bir
bilimadamı için, en az bir çocuk için olduğu kadar sevindirici bir
deneyim ve yeni bir mucizeye yönelmek için merakı körükleyen artı bir
motivasyon kaynağıdır. Tıpkı bebeğin çıngırağını sürekli sallaması gibi,
(bilimadamı) bulmacayı çözmek için deliler gibi çalışacak, aynı deneyi
rafine aletlerle defalarca tekrarlayacaktır.
Ancak, fazla ileri
gitmeyip daha düzenli biçimde ilerleyelim ve öncelikle çocuğun
dünyasının doğuştan sahip olduğu duyu dünyasından ne bakımdan farklı
olduğunu inceleyelim. Göze çarpan ilk gerçek, doğuştan sahip olduğumuz
duyuların çizdiği tek ve ayrıcalıklı orijinal dünya resminin fark edilir
bir biçimde geri plana çekildiğidir. Bu dünya resminin baskın unsurları
duygular değil, onları üreten objelerdir. Baskın unsur oyuncak,
dokunma, görme ve duyma duyguları ikincil unsurlardır. Ancak, bu dünya
resminin duyusal etkilerin bir sentezinden ibaret olduğunu söylersek,
gerçek durumun hakkını vermemiş oluruz, çünkü içerdiği duyular
itibariyle farklılaşmamış tek bir duygusal deneyim birden çok objeye
tekabül edebilir. Bu olasılığa işaret eden örnek, bizde belirli bir
duyusal etki yaratan parlak sathın elektrik ampulüne atfedilebileceği
gibi, ay ışığına da atfedilebilir olmasıdır. Bu iki farklı objeye
tekabül eden, farklılaşmamış tek bir duygu olayıdır. Dolayısıyla,
çelişki daha derinde yatar ve objektif olarak geçerli bir devamlılık
kavramının devreye sokulması suretiyle etraflıca izah edilebilir.
Objelerin uyandırdığı duygular kişiye özeldir ve insandan insana
değişir. Ancak dünya resmi, objelerin dünyası, tüm insanlar için aynıdır
ve diyebiliriz ki, duyu dünyasından dünya resmine geçiş, düzensiz,
sübjektif ve çokyönlü bir şeyden sabit ve objektif bir düzene geçişi ima
eder.
Duygu dünyasından farklı olarak, objeler dünyasının
gerçek dünya olarak adlandırması bundandır. Ancak insan gerçek sözcüğünü
kullanırken dikkatli olmalıdır; burada sadece bir nitelik olarak
kullanılmaktadır. Malum, bu sözcük değişmez, mutlak, kalıcı, sabit bir
şeyi çağrıştırır, oysa çocuğun dünya resmindeki objelerinin bu gibi
niteliklere sahip olduğu söylenemez. Oyuncak sabit değildir, kırılabilir
veya yanabilir, elektrik ampulü tuzla buz olabilir ve bu onların sözünü
ettiğimiz anlamda gerçek olmalarını imkânsız kılar.
Bütün
bunların aşikâr, dolayısıyla önemsiz olduğu düşünülebilir, ancak
unutmayın ki, bilimsel dünya resmi itibariyle durum oldukça analojiktir
ve sizin de gördünüz gibi, hiç de aşikâr değildir. Zira tıpkı oyuncağın
çocuk için sahici bir gerçeklik olması gibi, onlarca ve yüzlerce yıl
boyunca atomlar da bilimadamları için doğal sürecin sahici gerçekliğini
oluşturdu. Bilim, bir obje ezilse veya yakılsa bile atomlarının
değişmediğini ve bütün bu değişimin ortasında kalıcılığı temsil ettiğini
savundu – ta ki bir gün atomların bile değişebileceği keşfedilene dek!
Dolayısıyla, bu konuşma boyunca ne zaman “gerçek dünya”ya atıfta
bulunsak, gerçek sözcüğünü öncelikle egemen dünya resminin belirli
niteliği vurgulamak üzere, en sade anlamıyla kullanıyor olacağız ve
dünya resminde olası her değişimin insanların “gerçek” dediği şeyle el
ele gidebileceğini aklımızdan çıkarmayacağız.
Her dünya resmi,
onu oluşturan gerçek unsurlarla tanımlanır. Tam bilimin gerçek dünyası
-bilimsel dünya resmi- gündelik yaşamın gerçek dünyasından evrilmiştir.
Ancak bu dünya resmi bile son resim değildir, araştırıp soruşturdukça
adım adım değişir.
Böyle bir gelişim aşamasını, “klasik” olarak
adlandırdığımız bilimsel dünya resmi temsil eder. Bu resmin gerçek
unsurları ve dolayısıyla tipik özelliği kimyasal atomlardı. Bugün
izafiyet ve kuantum teorileriyle mümbitleşen bilimsel araştırma ortamı,
daha ileri bir aşamanın eşiğindedir ve yeni bir dünya resmi çizmeye
hazırdır. Gelecek dünya resminin gerçek unsurları artık kimyasal atomlar
değil, çift yönlü etkileşiminin ışık hızı ve eylemin temel kuantumu
tarafından yönetilen elektronlar ve protonlardır. Dolayısıyla, “klasik
dünya” resminin gerçekliğinin artık naif bir gerçeklik olduğunu kabul
etmek durumundayız. Gün gelip aynı şeyin bizim modern dünya resmimiz
için de söyleneceği bir diğer gerçektir.
Acaba “gerçek”
dediğimiz şeydeki bu sürekli değişim ne anlama gelir? Bilimsel içgörüde
kesinlik arayanlar için bu durum ne kadar yeterli ya da tatmin edicidir?
Bu sorunun cevabı, her şeyden önce, öncelikli kaygımızın tatmin edici
olup olmadığı değil, temel unsurlarının ne olması gerektiğidir. Ancak bu
soru bizi, önceden sözünü ettiğimiz tüm mucizelerin en büyüğü olarak
kabul etmemiz gereken keşfe götürecektir. Her şeyden önce bilmeliyiz ki,
dünya resminin sürekli değiştirerek başka başka resimlere dönüşmesinin
müsebbibi insani kapris veya heves değil, bu durumun karşı konulamaz bir
güç tarafından dikte ediliyor olmasıdır. Bilimsel araştırma ne zaman
doğaya dair ve dünya resminde olmayan yeni bir gerçeğe isabet etse
değişim kaçınılmaz olur. Birkaç somut örnek verecek olursak, bunlar
uzaydaki ışık hızı ve temel eylem kuantumunun atomik süreçlerin
devamlılığı üzerinde oynadığı roldür. Bu iki gerçek ve daha birçoğu,
klasik dünya resmine dahil edilemediği içindir ki, klasik dünya resmi
yerini yeni bir dünya resmine bırakmak zorunda kaldı.
Bu durum
başlıbaşına bir merak konusudur. Yeni dünya resmi eskisini silip
atmamakta, onu olduğu gibi bırakmakta ve ona sadece bir özel şart
dayatmaktadır. Bu özel şart belirli bir sınırlama içermekte ve tam da bu
nedenle mevcut dünya resmini basitleştirmektedir. Aslında, klasik
mekaniğin yasaları -ışık hızının çok büyük ve eylem kuantumunun çok
küçük olarak görüldüğü tüm süreçler için tatmin edici bir şekilde-
geçerliliğini sürdürmektedir. Nitekim bu yolla kütlenin yerine enerjiyi
koyabiliyor ve dahası, evrenin yapı taşlarını klasik dünya resminin
doksan iki farklı atom türünden iki elektron ve protona indirgemek için
mekanik ile elektrodinamiğin bağlantısını kurabiliyoruz. Her maddesel
cisim elektron ve protonlardan oluşur. Bir proton ile bir elektronun
birleşmesi -elektronun protona bağlanıp bağlanmaması veya etrafında
dönmesine bağlı olarak- ya bir nötron ya da bir hidrojen atomu
oluşturuyor. Bir cismin fiziksel ve kimyasal özellikleri, bu yapıdan
anlaşılabiliyor.
Kabul edilen dünya resmi olduğu gibi
korunuyor, şu farkla ki, aslında artık daha büyük, daha kapsamlı ve daha
homojen bir resmin özel bir bölümü olarak. Bu, tecrübemiz dahilindeki
her alanda böyle. Her alanda gözlemlenen sayısız doğal fenomen daha
zengin ve daha alacalı bir bolluk sunarken ortaya çıkan bilimsel dünya
resmi sürekli olarak daha net ve belirgin biçimde şekilleniyor.
Dolayısıyla, dünya resminin sürekli değişiyor olması istikrarsız bir
dalgalanma değil, bir ilerleme, bir gelişme, bir tamamlanma anlamına
gelir. Bu gerçeği tespit etmek suretiyle, bilimsel araştırmanın
savunabileceği en önemli başarıyı belirtmiş bulunuyorum.
Ancak,
bu ilerlemenin yönü ve nihai amacı nedir? Yön, anlaşılabileceği üzere,
dünya resmini, içindeki gerçek unsurları azaltarak onu naïf ve fakat
daha yüksek bir gerçekliğe taşımak suretiyle sürekli geliştirmektir. Öte
yandan amaç, gelişmeye ihtiyaç duymayan, gerçek unsurlar içeren bir
dünya resmi yaratmak suretiyle onun son gerçekliği temsil etmesini
sağlamaktır. Bu amaca kanıtlanabilir bir biçimde ulaşılması, asla
(sadece) bizim eserimiz olmayacaktır ya da olamaz. Ama en azından
şimdilik bir isim vermek için ve gerçek sözcüğünü mutlak, metazifiziksel
anlamında kullanarak, bu nihai gerçekliğe “gerçek dünya” adını
veriyoruz. Bu sözler, keşfedilebilir olan her şeyin ardında gerçek
dünyanın -bir diğer ifadeyle nesnel doğanın- olduğu gerçeğinin ifadesi
olarak yorumlanmalıdır. Buna karşın, deneyim yoluyla kazanılacak bir
bilimsel dünya resmi -fenomonolojik dünya- daima bir yaklaşıklık ya da
ilahileştirilmiş bir model olarak kalacaktır. Nasıl ki her duygunun
ardında maddesel bir obje varsa, insan deneyiminin gerçek olduğunu
gösterdiği her şeyin ardında metafiziksel gerçeklik vardır...
Gerçek dünya bireysel kişiliklerden ve aslında insanoğlunun aklından
bağımsız olduğu içindir ki, insanoğlu tarafından yapılan her keşif
evrensel önemi haizdir. Bu, bir problem üzerinde inzivaya çekilmişçesine
sessizce çalışan araştırmacı için, yapacağı keşfin dünyadaki tüm
uzmanlarca takdir edileceğinin teminatı, yaptığı fedakârlığın bedeli
olur.
Böyle bir amacın ulvi doğası, bilimsel dünya resmini
şekillendirirken karşılaşılan zorlukların yol açtığı her kuşkuyu,
muhakkak ki önemsizleştirir. Günümüzde bu gerçeği vurgulamak önemlidir,
çünkü bu tür zorluklar bazen bilimsel çalışmanın sağlıklı bir biçimde
ilerlemesine ket vuran ciddi engeller olarak görülür. Deneysel
çalışmaların teorik olanlara kıyasla daha az zorlukla karşılaşıyor
olması tuhaftır… Karşılıklı sistematik ilişkileri iyileştirmek amacıyla,
sürekli genişletmeye çalışırken, geleneksel formlardan her gün daha çok
uzaklaşan kavramlar ve tanımlar kullanıldığı gerçeği, bazen teorik
araştırmaya karşı bir serzeniş olarak dile getirilir, hatta bunun teorik
araştırmanın yanlış yolda olduğuna işaret ettiği iddia edilir.
Bu son derece basiretsiz bir görüştür. Dünya resminin gelişiminin
metafiziksel gerçek dünyaya yaklaşım biçimiyle el ele gittiğini
düşünürsek, bu, nesnel gerçek dünya resminin tanım ve kavramlarının
klasik dünya resminin yarattığı çerçeveden fazlaca sapmayacağı
beklentisi ve klasik dünya resmi terimlerinde anlaşılabilir olmasının
talep edilmesidir. Bu asla yerine getirilemeyecek bir taleptir. Bir şeyi
çıplak gözle gördüğümüzden farklı bir biçimde görmeyi reddettiğimiz
sürece, onun incelikli yapısını ayırt etmeyi bekleyemeyiz. Korkacak bir
şey yoktur. Bilimsel dünya resmini geliştirmek elzemdir. Rafine ölçüm
gereçleriyle elde edilen tecrübe, kökleşmiş sezgisel nosyonların terk
edilmesini ve daha soyut kavramsal yapılara yer verilmesini talep eder.
Zira bunlar teorik araştırmanın metafiziksel “gerçek”e giden yoldaki
nirengi noktalarıdır.
Kaydedilen başarı önemli ve hedef yakın
gibi görünse de, tam bilim açısından fenomonolojik gerçek dünya ile
metafiziksel gerçek dünya arasında hep bir uçurum var. Bu uçurumun
yarattığı boşluk sabit bir gerilim kaynağı ve bizler için tam bilimin
aşamayacağı bir sınırdır. Aldığı sonuçlar ne denli kapsamlı ve
derinlikli olsa da, onu metafiziksel gerçek dünyaya götürecek son adımı
asla atamaz. Bir gerçek dünyanın varlığını, kaçınılmaz olarak varsaymak
zorunda olduğumuzu bilsek de, onun doğasını mutlak anlamda asla
kavrayamayacağımız gerçeği, tam bilimin kabullenemeyeceği akıldışı bir
durumdur. “Tambilim” bu akıldışı durumun hafife alınmasına,
küçümsenmesine asla izin vermemelidir. Öte yandan, bilimsel bilginin
sınırlarının bilim tarafından çiziliyor olması, titiz deneysel ve teorik
yöntemlerle elde edilen bilgiye duyulan güveni artırmaya yarar.
Eğer şimdi az önce oluşturduğumuz bakış açısından hareketle tekrar
başladığımız noktaya döner ve izleyegeldiğimiz düşüncelere göz atarsak,
elde ettiğimiz sonuçlar iyice açıklık kazanacaktır. Tartışmalara hayal
kırıklığı içinde başladığımız kesin. Üzerine tam bilim mabedini sağlam
ve güvenli bir biçimde dikeceğimiz evrensel bir temel aradık ama
bulamadık, bunu başaramadık. Edindiğimiz izlenimlerin ışığında, bu
arayışımızın baştan itibaren başarısızlığa mahkûm olduğunu anladık. Zira
girişimimiz, bilimsel araştırmayı temelde geri dönülemeyecek kadar
gerçek bir şeyden başlatma fikrine dayanıyordu; oysa artık anladık ki,
böylesi metafiziksel nitelikli bir nihai son asla tam olarak bilinemez.
Bu, tam bilim mabedini evrensel bir temel üzerinde dikme teşebbüsünü
başarısızlığa mahkûm eden asıl nedendir. Oysa, dokunulamayacak kadar
güçlü ve fakat bireysel deneylerin verilerine dayandığı için gayet
sınırlı önemi haiz bir yapıyla başlamaya razı olmalı, bununla
yetinmeliydik. Bilimsel araştırma, işte bu mütevazı noktadan başlayarak
uygulamaya koyacağı tam/kesin metotlarla spesifik olandan genele adım
adım ilerleyecek ve bu amaca hizmetle, gözünü nesnel gerçeklikten
ayırmayacak, metafiziksel anlamda gerçeklik’ten asla vazgeçmeyecektir.
Ne var ki, metafiziğin gerçek dünyası bir başlangıç noktası değil, her
türlü bilimsel çalışmanın, uzakta yanıp sönen bir deniz feneri gibi yol
gösteren hedefidir!
Bu yolda yapılan her yeni keşfin ve
edinilen her yeni bilginin bizi hedefe yaklaştıracağına inanç, dünya
resminin kolayca uygulanabilir sezgisel niteliğinin sürekli olarak göz
ardı edilmesinin -kaçınılmaz olarak- yol açacağı geri çekilmelerin düş
kırıklığını telafi edecektir. Aslında, mevcut bilimsel dünya resmi
orijinal/naif dünya resmiyle kıyaslandığında, tuhaf ve neredeyse yabancı
bir görüntü sergiler. Anlık duyguların etkileri, bilimsel çalışmaların
primordial kaynaklarının olmadığı ve görme, duyma, dokunmanın rol
oynamadığı bir dünya resmi vardır karşımızda. Bu duyuların işlevini
sorunları çözeceği düşünülen bir dizi karmaşık ve uzmanlaşmış cihaz
devralmıştır; oysa bu sorunlar, acemilerin aklının eremeyeceği soyut
kavramlar, matematiksel ve geometrik sembollerle çözümlenebilir. Tam
bilimin ne demek olduğunu anlamaya çalışırken insan kendini denizde
kaybolmuş gibi hissedebilir. Nitekim, tam bilim sezgisellik özelliğini
kaybetmekle de suçlanmıştır. Ne ki, bu görüşü ısrarla koruyanlar için
yapılacak bir şey yoktur. Bu gibi insanlar birtakım ilkel cihazlarla
çalışmaya devam edecek ve tam bilime anlamlı bir katkıda
bulunamayacaklardır. Tam bilim sezgisellikten öte, ayrıntıya önem veren
itinalı ve zor bir çalışma gerektirir. Farklı branşlardan bilimadamları,
tam da bu nedenle, kendi alanlarında yaptıkları çalışmaların bir
sonraki etabına hazırlanmak amacıyla sık sık bir araya gelmek, sahip
oldukları bilgiyi paylaşmak ve birlikte tırmanmak zorundadırlar gelişim
merdivenini. Şurası muhakkak ki, bilimin öncüleri düşünce antenlerini
çıkardıkları zaman, canlı bir sezgisel hayal gücüyle hareket ederler,
çünkü yeni fikirler dedüksiyonun (tümdengelimin) değil, sanatsal
nitelikli bir yaratıcılığın ürünleridir. Yine de, yeni bir fikrin değeri
sezgisellik değil -ki, önemli ölçüde deneyim ve alışkanlık meselesidir-
sezgiselliğin yol açtığı keşfin yasaları itibariyle kapsamı ve
doğruluğudur.
İleriye doğru atılan her adımda görevin daha da
zorlaştığı bir vakıadır. Analiz edenin üzerindeki talepler artarak o
kadar zahmetli hale gelir ki, uygun bir işbölümü kaçınılmazdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder