Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Kültür Topluluğu'nun Blog Sayfasına Hoşgeldiniz. Hoşça vakit geçirmeniz dileğiyle...
Arkadaşlar Facebook Grubumuza da bekleriz.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Savaşta Ağaç Bile Kesilmez

SAVAŞTA AĞAÇ BİLE KESİLMEZ

28 Ocak 2009 Çarşamba
Gazete küpürünü görmek için tıklayınız!


Bugün uçaklardan savrulan tonlarca bomba, hiçbir kaide tanımadan, canlı cansız ayırt etmeden ölüm kusuyor. Osmanlılar zamanında, savaşta muharip olmayanlar öldürülmez; ağaçlar kesilmez; ekinler yakılmaz; sular zehirlenmezdi.  

Eski hukukumuza göre harbi, hükümdar veya onun vazifelendireceği bir kumandan idare eder. Kumandanın meşru emirlerine şartsız uymak mecburîdir. Düşman şehri kuşatılınca, önce İslâmiyete davet edilir. Kabul etmezlerse, cizye karşılığı İslâm devletinin vatandaşı olmaları istenir. Bunu da kabul etmezlerse, harb kaçınılmaz olur.



Düşman ordusu kuvvetli ise, mal vererek sulh yapılabilir. Savaşta muharip olmayanlar öldürülmez. Ağaçlar kesilmez; ekinler yakılmaz; sular zehirlenmez. Ancak kumandan lüzumlu görürse, düşmanı zaafa uğratmak için bunlar da câiz olur. Harb kızışınca, askeri teşvik için kumandan “Yağma!” diye bağırabilir. II. Viyana Kuşatması’nın hüsrana uğramasının bir sebebi de, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın askere yağma izni vermemesiydi.


Merzifonlu Kara Mustafa Paşa

15 Kasım 2012 Perşembe

Kimyanın Kurucusu: Cabir Bin Hayyan

Kimyanın Kurucusu: Cabir Bin Hayyan 
Ahmet IŞIK 
 


Batıda Geber olarak bilinen Cabir bin Hayyan (721–815), başta kimya olmak üzere, tıp, eczacılık, metalürji, astronomi, felsefe, fizik gibi ilim dallarına katkılarıyla bilim tarihçileri tarafından tanınan Müslüman bir âlimdir. Kûfe'de eczacı bir babanın çocuğu olarak doğmuştur. Maddelerin altına dönüştürülmesi (transmutasyon) için metotlar geliştirmeyi hedefleyen simya ilminin babası olarak bilinen Cabir bin Hayyan, geliştirdiği element anlayışı, denge teorisi yaklaşımı, tatbikatları, icat ettiği âlet ve düzeneklerle kimyanın babası kabul edilmektedir. 

Ünlü Fransız bilim tarihçisi M. Berthelot'in onun hakkındaki düşünceleri şöyledir: "Aristo'nun mantık ilmindeki yeri neyse, Câbir bin Hayyân'ın kimya ilmindeki yeri de odur. Aristo, mantığın kurucusu ve üstadı olarak kabul edildiği gibi, Cabir bin Hayyan da kimyanın kurucusu ve üstadıdır." Julius Ruska, Lâtin kimyasının temellerini Yunanca değil, bilakis Arapça orijinal eserlerin tercümelerinin sağladığını belirtmektedir.1 Yaşayan ilim tarihçimiz Fuat Sezgin de, tıp, fizik, astronomi, felsefe alanında birçok eser kaleme alan, âlemde görülebilen veya görülemeyen her şeyin belli bir düzenin neticesi olduğunu belirten Cabir bin Hayyan'ın, genetik ilmine işaret eden şu sözlerini nakletmektedir. "Allah bize fizikî kanunlar vermiştir. Bunlarla bitki, hayvan hattâ insanın benzerini yapabiliriz. Allah beşere öyle kabiliyetler bahşetmiştir ki, beşer, kâinattaki bütün sır perdelerini bununla çözmeye muktedirdir." 

12 Kasım 2012 Pazartesi

Ayyıldızlı Pasaporta Şapka Çıkarıldığı Zamanlar

AYYILDIZLI PASAPORTA ŞAPKA ÇIKARILDIĞI ZAMANLAR

07 Kasım 2012 Çarşamba

        Şimdi Amerikan vatandaşı olmak için insanlar yarışıyor. Vaktiyle Osmanlı vatandaşı olmak böyle itibarlıydı.
İnançları, ırkları, gelenekleri sebebiyle baskıya uğrayanlar için Osmanlı vatandaşlığı bir can simidi vazifesi görürdü.

Günümüzde Osmanlı Devleti’nde halkın teb’a olduğunu söylemek moda oldu. Teb’a ile modern vatandaşlık arasında mühim farklılıklar varmış. Cumhuriyetten sonra teb’alıktan vatandaşlığa geçilmiş. Halbuki tâbiyet ile vatandaşlık arasında fark yoktur. Teb’a ile vatandaş da aynı mânâya gelir. Vatandaş, bir devletin kanunlarına uyma sözü veren; mukabilinde temel hak ve hürriyetleri üstün otorite tarafından korunan kimsedir.


                  1912 senesinde Singapur Konsoloshanesi'nden verilen Dsmanli pasaportu

4 Kasım 2012 Pazar

Türk Futbolunda Başarı - Ali Beyazgül

                                                               TÜRK FUTBOLUNDA BAŞARI
          Ülkemizde futbol sporunun kökeni Osmanlı Devleti zamanına dayanıyor ve profesyonel anlamda dünya platformunda ,adına mücadele edilen ilk sporlardan biri.Bugün ise ülkemizde herhangi bir futbol takımı taraftarı olmayan kişi sayısı pek az.Bu da futbolun ülkedeki öneminin önemli göstergelerinden bir tanesi.
          Futbol; oyuncu yetiştirme yeterliliği ve düzeyi,mantalitesi,ekonomisi ve  bilinci bakımından bir ülkenin marka değerlerinden biridir.Günümüzde pek çok ülke futbol alanında önemli-uzun vadeli yatırımlar yapmış ,bunun sonucunda marka değeri kazanmış ve bu sayede hem ekonomik kazanımlar elde etmişler ,hem de geniş  geniş platformda kazandıkları başarılar sayesinde saygı duyulur hale gelmişlerdir.Bizim ülke futbolu neden öyle olmasın? Bizim onlardan ne eksiğimiz var? Cevap veriyorum:ÇOK EKSİĞİMİZ VAR..

Prof. Dr. Halil İnalcık - Röportaj

Dua edin 100 yaşını göreyim
RÖPORTAJ - SAMET ALTINTAŞ   -   4 Kasım 2012  
 
Prof. Dr. Halil İnalcık, yaşayan en büyük Türk tarihçisi… 1916 doğumlu İnalcık, en son ‘The Survey of Istanbul 1455’ (İstanbul Tahriri) adlı çok ses getirecek eserini yayımladı. 60 senedir İstanbul ve Fatih üzerine çalıştığını söyleyen İnalcık, yine ezber bozacak bilgiler paylaşıyor. Ona göre Avrupa’nın İstanbul üzerine bakışı yanlı ve gerçek dışı. Fatih, İstanbul’u yakıp yıkmadı. Talan edilmiş bir şehri zirveye taşıdı. İnalcık’a göre Türkiye, iç meselelerini bir an önce halletmeli. Bunların başında da yeni anayasa geliyor.
Prof. Dr. Halil İnalcık, evin balkonundan el sallıyor ve “Hoş geldiniz, şeref verdiniz.” diyor. İnalcık Hoca’nın evinin her köşesi kitaplarla kaplı. Kendi deyimiyle atölyesi… 97 yaşında olmasına rağmen gayet dinç, sağlıklı ve nüktedan. Yeni kitapları ile ilgili çalışmalar yaptığı odaları gösteriyor bize. Duvarda 1989 yılında kaybettiği eşi Şevkiye Hanım’ın büyük bir resmi göze çarpıyor. “Hanım olmayınca ev böyle dağınık oluyor işte.” diye iç geçiriyor bir ara. Halil Hoca’nın günlük ihtiyaçları kendisine tahsis edilen bakıcı bir hanım tarafından karşılanıyor. Evdeki her eşyanın ayrı bir hikâyesi var. Ama en çok balkona bakan koltuk, hoca için ayrıca önemli. Çünkü bu koltuğa oturup bahçedeki kavak ağacı ile dertleşiyor; hatta ona şiirler okuyor… Kitaplar ve yazma ile ömrünü geçiren İnalcık’ın tek isteği eserlerini tamamlamak. “Dua edin de Tanrı bana 100 yaşını görmeyi nasip etsin.” temennisinde bulunuyor.

2 Kasım 2012 Cuma

Zamanın Nabzı : Takvim

ZAMANIN NABZI: TAKVİM


Tarih boyunca, ya Güneş’in hareketleri, ya Ay’ın hareketleri veya her ikisinin hareketlerine göre senenin tespit olunduğu takvimler yapıldı. Şemsî sene (güneş senesi), yerkürenin güneş etrafında bir devir yaptığı zamanı ifade eder. 365.242 günüdür. Kamerî sene (ay senesi); ay küresinin, yerküresi etrafında 12 kere döndüğü zamandır. 354.367 gündür. Güneş yılı, ay yılından 11 gün uzundur.
Güneş Saati

1 Kasım 2012 Perşembe

İyi Paraya İyi Soyadı

İYİ PARAYA İYİ SOYADI

Dünyada ilk soyadı kanunu Yahudileri asimile etmek için Avrupa’da çıkarıldı. Sonra işler tersine döndü. Bu sefer Yahudileri ifşa etmek için kullanıldı.
Antik çağlardan beri Yahudiler dinî, millî ve kültürel sebeplerle isim değişikliklerine alışmışlardı. Her biri bulundukları ülkenin dilini konuşurdu. Unutulan İbranice’yi sadece bazı hahamlar bilirdi. Sefaradlar (İspanya Yahudileri) çoktan beri İbrani isim ve İspanyol soyisimleri kullanırdı: Avram (İbrahim) Franco gibi. Daha tutucu olan Aşkenazlar (Almanya Yahudileri) ise, hâlâ eski geleneğe göre, kendi adlarını, babalarının önadını, üstelik orijinal şekliyle kullanıyorlardı. Mesela, Yakov ben Yitzhak (İshak oğlu Yakub) gibi. İbranice isimler yasak değildi.

ALMANCA MECBURİYETİ

Avrupa’da Yahudilerin nisbeten en serbest olduğu Avusturya’da 1787 yılında bir kanun çıkarıldı. Bu kanuna göre bütün Alman Yahudilerinin Almanca isimler ve soyisimleri alması istendi. Yahudiler, nüfus memurlukları önüne biriktiler. Memurların ellerinde kabul edilebilir isimlerin listesi vardı. Lilienthal, Edelstein, Diamant, Saphir, Rosenthal gibi çiçek ve kıymetli taş benzetmesi güzel soyadı alabilmek için rüşvet vermek şarttı. Kluger (akıllı) ve Fröhlich (mutlu) gibi isimler çok pahalı idi.


BİNLERCE KİŞİYE AYNI SOYADI

Canı sıkkın memurlar, çoğunlukla kaba bir şekilde Yahudileri dört kategoriye ayırarak isimlendiriyorlardı. Weiss (beyaz), Schwarz (siyah), Gross (büyük) ve Klein (küçük). Dolayısıyla bu soyisimlerini taşıyan binlerce Yahudi vardır. Kötü niyetli memurlar birçok fakir Yahudiye inanılmaz çirkinlikte isimler veriyorlardı: Glagenstrick (darağacı), Eselkopf (eşek kafası), Taschengregger (yankesici), Schmalz (yağ), Borgenicht (borç almak) gibi. Din adamlarının soyundan gelen Yahudiler, Cohen, Kahn, Katz, Levi gibi isimleri alma hakkına sahiptiler. Buna rağmen, onları Almanlaştırmak mecburiyetindeydiler. Katzman, Cohnstein, Aronstein, Levinthal gibi. Geniş bir kesim, kökenlerinin bölgesini soyisim olarak aldılar: Brody, Epstein, Ginzberg, Landau, Shapiro (Speyer), Dreyfus (Trier), Horowitz ve Posner gibi. Bu, şüphesiz aşağılayıcı bir durumdu. Ama hükümetin Yahudileri tesbit ederek kolayca vergilendirebilmesini ve askere almasını sağlıyordu. Napoleon zamanında, vatandaşlık kanunu gereği, Fransa’da ve Avrupa’da Fransız işgalindeki topraklarda herkesin bir soyadı alması mecburiyeti getirildi.

31 Ekim 2012 Çarşamba

Renkli Kıta Hindistan'dan Garip Âdetler

RENKLİ KITA HİNDİSTAN’DAN GARİP ÂDETLER

Yüzlerce ırkın yaşadığı, binlerce dilin konuşulduğu renkli kıta Hindistan’da, hiçbir yere benzemeyen nice âdetler vardır. Bunlar göreni ve duyanı hayrette bırakır.


Yedi kocalı Hürmüz

Eskiden Hindistan’da bir kadının birden fazla kocası olabilirdi. Erkek kardeşler, umumiyetle aynı kadınla evlenirdi. Bu âdet Seylan’da 1858’den sonraki İngiliz işgaline kadar sürdü. Hindistan’ın kuzeyindeki Tibet’te hâlâ rastlanmaktadır.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci - NABZIMI BIRAK A DOKTOR, KALBİME BAK!


NABZIMI BIRAK A DOKTOR, KALBİME BAK!

16 Nisan 2008 Çarşamba
Gazete küpürünü görmek için tıklayınız!


Vaktiyle İstanbul’daki tıbbiye mektebi, dünyanın en ileri tıp fakültelerinden birisiydi. Her talebeye bir mikroskop düştüğünü, burada okuyanlar anlatmaktadır Hastanelerin masrafları zengin vakıflar tarafından karşılanırdı. Burada halka bedava bakılır; fakirlerin ilaçları da bedava verilirdi. Doktorluk; kâtiplik ve zâbitlikle beraber zamanın en popüler mesleklerinden biri hâline geldi. Bu hususta şarkılar bile yazıldı.

14 Mart 1827 tarihinde Sultan II. Mahmud Avrupaî usulde tıp fakültesini kurdu: Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne. Kuruluşu her sene tıp bayramı olarak kutlanır. Daha önce tıp fakültesi yok muydu? Anadolu’da Selçuklular devrinden beri ciddî tıp müesseseleri vardı. Kayseri, Edirne, Amasya ve İstanbul gibi büyük şehirlerdeki hastaneler, aynı zamanda mühim birer tıp fakültesi idi. Medresede belli bir dereceye kadar okuyan talebe, eğer tıp tahsili görmek isterse buraya intisap eder; burada usta-çırak münasebeti çerçevesinde tabip, cerrah ve kehhal (göz hekimi) olarak yetişirdi. Bunların kaleme aldığı nice kıymetli eserler kütüphaneleri süslemektedir.


Modern manadaki ilk tıp fakültesi olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de eğitim gören doktor namzetleri mesleklerinde çok iyi yetişiyordu. Birkaç lisan birden öğrenen talebeler, Avrupa’da da eğitim görme imkanı yakalıyordu. Öyle ki buradan dünya çapında akademik ehliyetini ispatlamış birçok doktor yetişmişti.

KURBAN BAYRAMI - A.Cihat Eroğlu

KURBAN BAYRAMI

Kurban bayramı denilince aklımıza gelen ne olmalıdır? Hiç bu soruyu kendimize sorduk mu? Belki kendi kendinize demişsinizdir"Bayram işte yaa kutluyoruz." diye. Sizce lması gereken bu mudur?Nerden gelmiş bu bayram neden her yıl kutlanır olmuş biliyor muyuz?

Hz.Adem (as) 'dan beridir kurban kesimi mevcuttur. Ancak bu bayram bize Hz.İbrahim (as)'dan miras olarak süregelmiştir. Bu hadiseyi hepimiz çok kez duymuşuzdur. Hz.İbrahim oğlunu kurban edecekti. Allah ona o vakit bir koç ihsan eyledi. O da onu kesti ve kurban ondan bize miras bir ibadet olarak kaldı diyoruz. Peki Hz.İbrahim neden oğlunu kurban edecekti? Çünkü Cenab-ı Hakk'a bir duada bulunmuş, kendisine bir erkek evlat nasip etmesini istemiş ve gerekirse onu Allah yolunda kurban edebileceğini söylemişti. Gün geldi Rabb'imiz bir erkek evlat nasip etti. Hz.İbrahim'de Allah'a bağlılığının ve samimiyetinin nişanesi olarak bu amele girişti. Ancak Yüce Allah onun samimiyet ve bağlılığını gördükten sonra kendisine bir koç bahşetti ve oğlu İsmail'i kendisine bağışladı. Birinci görmemiz gereken nokta budur. Kurban ibadeti hayvan kesmekten öte Allah'a bağlılığımız ve samimiyetimizin sembolüdür. Kur'an'da da buna işaret edilmiştir." Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!"(Hac Suresi 37).

Pele

1940 yılında bugün(23 Ekim) doğan Pele,futbol kariyerinde 1281 gol atarak kırılması çok zor olan bir rekora imza atmıştır. Bununla beraber Pele, kariyeri boyunca 6 defa bir maçta 5'er gol kaydederek ayrı bir başarıya daha imza atmıştır. 30 defa da bir maçta 4'er gol kaydeden Pelé tam 92 maçta da hat-trick yapmıştır.

Brezilya Ligi'nde oynanan bir maçta Pelé'nin oyundan atılması sonrası taraftarlar isyan etmiş ve hakemi zor durumda bırakmıştır! Bunun üzerine Pelé 15 dakika sonra oyuna tekrar dönmüştür.
Not: Nijerya Pelé'nin maçını izlemek için Biafra ile yaptığı savaşta 2 günlük ateşkes ilan etmiştir

20 Ekim 2012 Cumartesi

Ahmed Paşa


osmanli donemi kazasker ahmed pasaAhmed Paşa 


Ahmed Paşa (d. 1426 - ö. 1497), 15. yüzyılda Sultan II. Mehmed ve Sultan II. Beyazıd dönemlerinde kazaskerlik, vezirlik, sancak beyliği ve kadılık gibi yüksek görevleri yüklenmiş bir ulema sınıfı mensubu ve çok tanınmış bir Divan Edebiyatı şairidir.


Kendisi Fatih Sultan Mehmet'in öğretmenidir. Ahmet Paşa, Sultan II. Murat saltanat dönemi kazaskerlerinden Veliyüddin bin İlyas Efendi’nin oğludur. Milliyetçilikle ilgili çalışmaları yapan ilk şairdir. Ahmet Paşa’nın nerede ve ne zaman doğduğu bilinmemekte ve değişik yerler ve tarihler ileri sürülmektedir. Latifi'nin Tezkere ‘sinde ve Gelibolulu Ali'nin Kühnü'l-ahbar adlı eserinde Bursa'da doğduğu yazılıdır. Sehî Tezkeresi ve Güldeste yazarı Beliğ ise onun Edirne'de doğduğunu söylerler. Aşikpaşa Tezkeresi yazarı ise, Ahmed Paşa'nın varisi olan amca oğlu Edirneli Nâzır Çelebi'den alınan bilgilere göre, Edirneli olduğunu bildirir. Fuad Köprülü'ye göre , "Edirne’de yaptırılan cami ve imaret vakfiyesinin Veliyüddin tarafından tanzim edildiği ve şairimizin memuriyet hayatı hakkındaki kayıtlar düşünülürse, bu tarihten (830/1426) biraz evvel ya da biraz sonra doğmuştur" (İslâm Ansiklopedisi Ahmet Paşa maddesi). Son zamanlara kadar Edirne’de 'Veliyüddin oğlu' ismini taşıyan bir mahallenin ve mescidin bulunması, Ahmed Paşa’nın Edirne'de doğduğuna dair bir sağlam bir ipucu sayılabilir.

19 Ekim 2012 Cuma

Bîrûnî



Bîrûnî(973-1048)
Orta Asyalı el-Bîrûnî (973-1051 veya 1048) olarak tarihe geçen bu kişi, Harezm’in başşehri ve Türklerin çoğunlukta yaşadığı muhit olan Kas’ta doğdu. Daha 6-7 yaşlarında iken üstün zekâ ve kabiliyeti ile dikkat çeken Bîrûnî, Harzemşahlar’ın sarayında himaye edildi. 11 yaşında iken ilk rasat çalışmalarına başladı. Bu arada dönemin ünlü matematikçisi Ebû Nâsır Mansur’dan fen ilimlerini ve Öklit geometrisi ile Batlamyus astronomisini okudu. 17 yaşına geldiğinde, bir kadranı yarımşar derecelik açılara bölerek Güneş’in meridyen yüksekliğini ölçmeyi başardı. Öğrenme hususunda o kadar azimli idi ki, rasat çalışmaları sırasında güneşe bakmaktan gözleri neredeyse kör olma derecesinde bozulmuş; ancak çalışmalarını bırakmamıştı. Bîrûnî, devrinin ilim adamları ile görüşerek ilmini artırmıştır. Kendisinden yedi yaş küçük olan İbn-i Sina ile fizik, astronomi ve metodoloji hususunda gerek mektupla, gerekse baş başa fikir alışverişinde bulunarak bilgisine yeni bilgiler katmıştır. Bîrûnî 22 yaşında “Gözlemler ve Ölçmeler Dizisi” adını verdiği ilk eserini ortaya koydu. Vefat edinceye kadar Gazne’de çalışmalarına devam etti. Vefat ettiğinde, yaşadığı dönemi eserleri sayesinde “Bîrûnî Asrı” olarak kendisinden sonra gelen ilim adamlarına miras bıraktı. Âdeta İslâm dünyası ile Ortaçağ Avrupa bilim dünyası arasında köprü oluşturdu.

16 Ekim 2012 Salı

Battânî



Battânî(859–929).
Latince Albategnius, Albategni ya da Albatenius olarak bilinen, Arap astronom, astrolog ve matematikçidir. Şu anda Türkiye'de bulunan Urfa şehrinin bir ilçesi olan Harran'da doğmuştur. Dünyanın gelmiş geçmiş en meşhur 20 astronomundan biri kabul edilir. Battânî, ilimdeki gâyesini şu esas üzerine bina eder: “İnsan, Allah’ın  varlığını, birliğini, kudretini ve eserlerinin mükemmelliğini başta astronomi olmak üzere, ilimler sayesinde öğrenebilir. Meselâ şu görünen yıldızlar, üstünde yaşadığımız bu dünya ve dünyanın hareketleri Allah’ın  varlık ve birliğinin açık bir delilidir.”
Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerini, yörüngelerini daha doğru bir şekilde belirlemeye çalışmıştır. Güneş’in Dünya’dan en uzak bulunduğu noktadaki hareketini keşfetmiş, Dünya’nınkine göre Güneş’in yörünge eğimini ve Dünya’nın dönüş eksenindeki değişme değerlerini bulmuştur.
Battânî, kendi geliştirdiği güneş saati zâtü’l-halak ile Güneş ve Ay tutulmalarını rasat etmiş ve elde ettiği bilgilerle Ay ve gezegen hareketleri hakkındaki bilgileri düzeltmiş. Yaptığı gözlemlerle tam 489 yıldızı sınıflamayı başarmıştır. Battânî, yaptığı bu son derece hassas rasatlar neticesi güneş yılını (tropik seneyi) ilk defa 365 gün 5 saat 46 dakika 32 saniye olarak gerçek değere çok yakın hesaplamıştır. Çağımızdaki son derece gelişmiş teleskoplar ve ilmî hesaplamalar neticesi ise bu değer, 365 gün 5 saat 48 dakika 46 saniye olarak hesaplanmıştır.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Ali Kuşçu



ALİ KUŞÇU(1403-1474)
Fatih ve ilim
Hayatı boyunca ilme ve âlimlere çok değer veren Fatih'in sarayı ilmî müzakere ve sohbetlerin yapıldığı bir akademi gibiydi. Huzurunda âlimler rahatça oturup konuşabilirken, vezir-i âzam dâhil bütün devlet adamları ayakta beklerdi. Çok defa reisü'l-ulema sıfatıyla Molla Hüsrev'in başkanlık ettiği toplantılara Fatih'in başında ulemâ sarığı, sırtında da "binişi"yle (âlimlere mahsus kıyafet) iştirak ettiği bilinmektedir.

Fatih ayrıca İstanbul'a Doğulu ve Batılı âlimleri davet etmiş, bu hususta hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştı. Nitekim 15. yüzyılın en büyük astronomi ve matematikçisi olan büyük âlim Ali Kuşçu'yu İstanbul'a davet etmiş ve kendisini 200 akça yevmiye ile Ayasofya Medresesi'nde müderris olarak vazifelendirmişti. Hâlbuki o devirde kıdemli bir müderrisin yevmiyesi 50 akçeydi. Fatih, Batılı bilim adamlarıyla da ilgilenmekteydi. Bu bilginlerden Filozof Amirutzes ile İtalyan arkeologu Anconalı Cyriacus, ünlü ressam Gentili Bellini davet edilenler arasındaydı.

İstanbul'un fethiyle Bizanslı bilginlerin burayı terk ederek İtalya'ya gittikleri ve burada Rönesans'ın başlangıcına önderlik ettikleri söylenmektedir. Aksine Fatih'in gayretleri ile İstanbul'un ilim adamları için çok cazip bir ortam hâline geldiği görülmektedir.

11 Ekim 2012 Perşembe

Ali İbn Rıdvan



Ali İBN RIDVAN(Avrupa’ya tedavi metotlarını öğretenlerden birisi)(998-1068)

Mantık, tabiat bilimleri, astronomi, metafizik ve tıp alanında ilerledi. Sokaklarda yıldız falına (astroloji) bakarak, tıp dersleri ve tedavi yöntemleri öğreterek geçim sıkıntısını gidermeye çalıştı.
Otuz iki yaşına gelince şöhreti ve geliri çok artmış, Halife Müstansır-billah tarafından saray hekimliğine tayin edilince ciddi bir servet sahibi olmuştu.
Haçlı seferlerinin kışkırtıcı vaizlerinden Clairwaux’u Bernhard (1090-1153) şöyle diyordu:
“Kurtuluşumuzu, ilaçlar kullanmak suretiyle tehlikeye atmak size yakışmaz.”
Bu ilkel zihniyet, o tarihlerde tüm kilise mensuplarına yerleşmiş bir kanaat, hatta kesin bir kuraldı. Bu konuda kanun ve kararname çıkaran kilisenin hükmü şöyle idi:
“Ruhun sağlığı vücudu korumaktan daha önemlidir. Onun için hasta, ateş içinde kıvransa bile, günahlarını itiraf etmeden doktor isteyemez… Rahip-papaz hastaya giderek ona takdis olunmuş su serpip, duada bulunmalıdır. Ona açıkça günahlarını söyletmelidir. Bu açıklama yaptırılmadan tedavi söz konusu olamaz. Buna uymayan doktorlar kilise tarafından aforoz (Hıristiyanlıktan kovulma) edilir.”

6 Ekim 2012 Cumartesi

Akşemseddin


Akşemseddin (1390-1459)
Şemseddin Muhammed bin Hamza, yani Fatih'in hocası, âlim ve mutasavvıf Akşemseddin, "Akşeyh" adıyla şöhret kazanmış olan Akşemseddin, Hacı Bayram Veli'ye intisab etmiş ve bir süre Hacıbayram Camii'nin çilehânesinde çile çıkarmıştır.Soyu, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî'nin, ona; '"Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd'den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin." demesi sebebiyle, "Akşemseddîn" lakabı verilmiştir. Saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle"Akşemseddîn" denildiği de rivâyet edilmiştir.
Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram Veli'nin vefâtıyla irşad makamına geçmiştir. İstanbul'un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed'in yanında fethin manevî cephesini temsil eden büyük veli, muhasaranın en sıkıntılı zamanında ordunun maneviyatını diri tutmuştur. Akşemseddin, fethin en önemli simgesi olan Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesi sırasında burada ilk Cuma namazı hutbesini okumuştur. O, İstanbul'un asırlar süren fetih rüyasını gören bahtiyarlardandır. Akşemseddin, hem fethe katılmış ve hem de fethin gerçekleştiğini görmüş, asırlarca birçok İslâm ordusunun muhasaraya aldığı, ama belki de vakti gelmediği için bir türlü fethetmeye muvaffak olamadığı İstanbul'un, artık bir İslâm beldesi olmasında önemli rol oynamıştır.

2 Ekim 2012 Salı

Ucuz Haber


UCUZ HABER

Günümüz basınında öyle haberler görmeye başladık ki insanlar artık her olayın haber niteliğinde olduğunu zannetmeye başladılar. Bildiğiniz üzere bugün Ak Parti 4.Olağan Kongresi yapıldı. Kanaatime göre bizim bu kongre ile ilgili haber sitelerinde görmemiz gereken yazılar başbakanın konuşmasında verdiği mesajlar, hükümetin ileriye dönük politikaları ile ilgili çıkarımlar,dış devletlerden gelmiş devlet erkanın yaptığı söylemler olmalıydı. Ancak bazı sitelerde öyle haberler gördüm ki halimize güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Bu konuda bir örnek vereyim isterseniz. Milyonlarca üyesi ve takipçisi olan bir sitenin haberi başbakanın üzerindeki gömleğin markasına takmış. Burada amacım Ak Parti çok iyi çalmıyor çırpmıyor demek o zümreyi savunmak olmadığı gibi yıpratma amacım da yok. Ülkemizde her birey başına geçmesini istediği partiye oyunu verir bunda da herhangi bir baskı altında olması mümkün değildir. Demokrasinin gereği budur. Burda benim dikkati çekmek istediğim nokta başka hiç  yazacak bir haber niteliğinde olay yok muydu? Bugün ülkemizde birçok zengin insan var.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Ahmet Cevdet Paşa

Ahmed Cevdet Paşa veya Lofçalı Ahmed Cevdet Paşa (26 Mart 1822, Lofça - 26 Mayıs 1895, İstanbul) Osmanlı Devleti'nde on dokuzuncu asırda yetişen Türk devlet ve bilim adamı, tarihçi, hukukçu, şair.
Mecelle'yi kaleme alarak İslam Hukukunu sağlam bir dille kitaplaştıran kişidir. Şekilde batı prensiplerini uygularken özünde şer-i prensiplere bağlı kalmayı uygun gören bir hukuk anlayışı vardı.
Beş defa Adliye, üç defa Eğitim, iki defa Vakıflar, bir defa İçişleri ve bir defa da Ticaret ve Ziraat bakanlığı yapmış bir devlet adamıdır. Devrinde hazırlanan kanunların ve kurulan kurumların büyük kısmı onun elinden çıkmıştı.
Tarih-i Cevdet” adıyla bilinen ve Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik ünlü eserin yazarıdır.[1] Ayrıca 1855-1865 yıllarında devletin resmi tarihçisi olarak hizmet vermiş bir tarih yazarıdır. Bu sayede dönemin siyasi olaylarını yazdığı "Tezakir-i Cevdet" adlı eseri ortaya çıkardı.
Türk dilinin Türkçe yazılmış ilk dil bilgisi kitabı kabul edilen "Kavâ'id-i Osmâniyye"'nin ve daha başka dilbilgisi kitaplarının yazarıdır.
En ünlü eserlerinden olan "Kısas-ı Enbiya"’da bütün peygamberleri ve İslam tarihini sade bir dille okuyuculara aktarmış bir yazardır.
İlk Türk kadın romancı kabul edilen yazar Fatma Aliye Hanım’ın babasıdır.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Abdurrahman Es-Sufi

Abdurrahman Es-Sufi (10 yy. Astronomu)

Gökyüzü, göz kamaştırıcı güzelliği ile eski çağlardan beri insanoğlunun merakını celbetmiş, dolayısıyla astronomi ilmi de en eski ilim dallarından biri olmuştur. Ve bu ilim dalı, ehemmiyetini artırarak günümüze kadar gelmiştir. Fakat astronomi, birçok ilim dalında olduğu gibi batıya maledilerek, İslâm'ın bu konudaki katkıları gözardı edilmiştir.

Bugün artık ne kadar örtbas edilmeye çalışılırsa çalışılsın, batı dünyasının içinde hakperest sesler yavaş yavaş yükselmeye başlamıştır. Astronomi Now isimli derginin Mart/93 sayısındaki itiraf şöyle başlıyor:

Müslüman ilim adamlarının, bugünün astronomisi için yaptıkları, çoğu zaman gözardı edilmekte ve onlara lâyık oldukları değer verilmemektedir. Halbuki, 5. asırdan itibaren eski klasik medeniyet çökmeye yüz tutmuş, daha sonra, İslâm âlimleri ilim ve araştırmayı ellerine alarak, günümüzün modern biliminin üzerine oturtulduğu 'tecrübî ilim' metodunu başlatmışlardır. Meselâ, es-Sûfî (903-986), halife el-Me'mun'un 820 yılında kurduğu rasathanenin üyesidir. Bu rasathane, mükemmel bir kütüphaneye sahipti ve burada Batlamyus'un yıldız kataloğu da bulunmaktaydı. 1175'de Arapçadan diğer dillere tercüme edilinceye kadar batının bu kitaptan haberi bile yoktu. Ayrıca, Bağdat'taki bu okulda İslâm âlimleri, Orta Çağın en önemli astronomi aracı olan usturlabı icat etmişler ve geliştirmişlerdir. Es-Sûfî'nin arkadaşı El-Battânî, kendi yıldız katalogu ile listesini geliştirmiş ve bunları, ''Yıldızların Hareketleri'' isimli kitabında toplamıştı. Es-Sûfî'nin kendi yazdığı meşhur kitabında ise (Ürabgrafya), ölçümler yıldızların parlaklıklarına göre yapılmış ve mükemmel bir şekilde kategorize edilmiştir. Yıldızları parlaklıklarına göre listelemeye teşebbüs eden ilk insan Hipparchos'tur. Hipparchos, yıldızları en parlağından en sönüğüne doğru altı kategoriye ayırmıştı. Es-Sûfî böyle eski bir araştırmaya güvenmiyordu, özellikle bu yazıların tercümeleri de çok berbattı.

Asırlara Işık Tutan Bir Âlim: Abdurrahman el-Hazini

Asırlara Işık Tutan Bir Âlim: Abdurrahman el-Hazini



11.yüzyıl sonlarında Türkistan'ın Merv şehrinde doğan ve yetişen Abdurrahman el-Mansur el-Hazini, daha çok el-Hazini olarak tanınmıştır. el-Hazini, ömrünün çoğunu Horasan'da geçirmiş, 12. yüzyılın ortalarına doğru da vefat etmiştir. O, daha ilk talebelik yıllarında ilme olan iştiyakı ve çalışma disiplini ile fark edilmeye başlanmıştır. Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer zamanında bir ilim merkezi hâline gelen Merv'de başta fizik olmak üzere astronomi ve matematikte mümkün olabilen en iyi eğitimi alarak kendisini yetiştirmiştir. Özellikle teraziler, yerçekimi, yoğunluk ve özgül ağırlık konularında, yaşadığı asrın değerli âlimlerinden biri olmuştur.

İlmî şahsiyeti
El-Hazini gözlem ve deneylere oldukça önem veren gerçek mânâda bir ilim adamıdır. Bunun yanında kendisinden önceki ilim ve araştırma âşıklarının da çalışmalarına çok önem vermiş ve özellikle İbn-i Heysem ve Biruni'nin eserlerinden istifade etmiştir.

el-Hazini, dinini öğrenme, anlama ve yaşama konusunda da oldukça şuurlu davranmış, âlime yakışır bir tevazu içinde yaşamıştır. Allah'a inanmanın ilim adamına yeni ufuk ve kapılar araladığına inanmış, başarısının arkasında bu sağlam temelin olduğunu beyan etmiştir.

16 Eylül 2012 Pazar

Abbas Vesim Efendi

Abbas Vesim Efendi

—   Abbas Vesim Efendi, Osmanlı İmparatorluğu zamanında on sekizinci asırda yetişen, Hekim, Hattat ve astronomi alimlerindendir.
—   Kambur Vesim Efendi ve Derviş Abbas Tabib isimleriyle de bilinen Abbas Vesim Efendi doğruluğu tam olarak kanıtlanmamış olmakla birlikte 1689 yılında Bursa’da doğdu.


1720 yıllarına kadarki gençlik hayatında kendisi gibi çağının ünlü hekimlerinden olan
Bursalı Ali Münşi ve Ömer Şifai’den tıp,Yanyalı Esat  Efendi’den felsefe dersleri aldı.
Daha sonra Ahmet Mısri’den de astronomi bilimini öğrendi. 1720’li yıllardan sonraki hayatında ise, İstanbul’da Sultanselim Çarşısı’ndaki özel muayenehanesinde serbest
hekimlik yaptı. Aynı zamanda tasavvufa yönelip Nakşibendiyye yolu büyüklerinden
Mehmed Emin Tokadi hazretlerinden tasavvuf bilgilerini öğrendi ve tatbik etti….

15 Eylül 2012 Cumartesi

Abraham Lincoln’un, Oğlunun Öğretmenine Yazdığı Mektup;


Abraham Lincoln’un, Oğlunun Öğretmenine Yazdığı Mektup;

Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşı kendini adamış bir lider vardır.
Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona.
Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret.
Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı.
Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını…Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu.

9 Eylül 2012 Pazar

Kelebek Kanadının Sırları

Kelebek Kanadının Sırları
Dr. Ahmet TAŞKIRAN   
Sesli Dinle


İlkbaharda böcekler dâhil bütün canlılar gün yüzüne çıkar, değişik renk ve seslerle dünyamızı şenlendirir. Havaların soğumasıyla kaybolan, ısınmaya başlamasıyla da tekrar ortaya çıkan ve baharın geldiğini müjdeleyen canlılardan biri de kelebeklerdir. Böcek türünden canlılar olan kelebeklerin uzunlukları 1,5 ile 100 milimetre arasındadır.

Kelebeklerin kanatları 100 µm (0,1 millimetre) uzunlukta, 50 µm (0,05 milimetre) genişlikte pulcuklardan inşa edilmiştir. Pulcukların şekli, kelebek çeşidine göre değişiklik göstermekte ve nano seviyede hususi bir yapı arz etmektedir. Kitin pulcuklardan yapılmış kelebek kanadındaki pulcuklar, küçük bir köke sahiptir. Bu küçük kökler kanat yüzeyinde bulunan çok daha küçük bir yuvaya hassas bir şekilde yerleştirilmiştir. Kelebek kanadına dokunulduğunda kanattaki pulcuklar yuvadan çıkıp dağılır, böylece kanadın narin yapısı ve hassas dengesi bozulur. Pulcukların güzel olmasına vesile olan ise, üst kısımdaki oyuklardır. Oyuklar, hava akımını sağlayacak şekilde üst üste konulmuş daracık levhalardan (plâklardan) oluşmaktadır. Levhaların üst kısmında, testere dişlerini andıran 100 nm (0,0001 milimetre) derinlikte oyuklar bulunmaktadır. Bunların aralarına yerleştirilmiş yan lifler (teller) ihtiyaç olan stabiliteyi sağlama vazifesi görür. Oyuk yapısı ise, havanın eşit ve katmanlarla tam bir uyum içinde akmasına, ayrıca hava sürtünmesinin azalmasına vesile olmaktadır. Kanatlardaki bu pulcuklu yapılar, kelebeklerin uçuşlarını da bir hayli kolaylaştırır. Bir araştırmada, kelebeklerin uçuş performanslarının pulcuklu kanatlar sayesinde % 10 ile % 35 arasında arttığı tespit edilmiştir.

Avrupa'daki Osmanlı: Başçarşı

Avrupa'daki Osmanlı: Başçarşı 
Murat DUMAN  



Asırlardır farklı millet ve dinlere mensup insanlara ev sahipliği yapması münasebetiyle "Avrupa'nın Kudüs'ü" olarak vasıflandırılan Bosna-Hersek'in başşehri Saraybosna'ya bir grup arkadaşımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz ziyaret, hepimizde derin izler bıraktı. Saraybosna'nın merkezindeki Başçarşı, bizim kültürümüzden ve mimarimizden izler taşıyan bir mekân.

Ülkelerin ruhunu yansıtan şehirler, şehirlerin ruhunu yansıtan mekânlar vardır. Kendine has mimarî ve renkliliğiyle Saraybosna'daki Başçarşı, Avrupa'nın ortasında, klâsik Osmanlı şehir anlayışını ve Türk-İslâm sanatının inceliklerini fevkalâde güzel bir şekilde yansıtmaktadır.

Saraybosna, 1463 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedildikten sonra, Trabeviç Dağı'nın eteklerinde yer alan ve bugün "Eski Şehir" (Stari Grad) olarak anılan bölgede önemli imar faaliyetleri başlıyor. Müslüman Boşnakların yaşadığı bu muhitte camiler, medreseler, tekkeler, hanlar, hamamlar, sebiller inşâ ediliyor. Ticaret hayatında temsil ettikleri ahlâk ve dürüstlükle nâm salan Boşnaklar, o tarihlerden itibaren Başçarşı'nın tek katlı, kırmızı kiremitli dükkânlarında rızıklarını kazanmaya çalışıyorlar.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Karadut ve Hikayesi - Bedri Rahmi Eyüboğlu

"Karadutum, çatal karam, çingenem…" diye başlar şiir ve devam eder gider.
Çoğumuz biliriz bu şiir’i.
Ve sanırız ki şair, bu şiiri eşi için yazmıştır!
Oysa şairin eşi için tam bir dramdır bu şiir!

Karadut gerçeği;
Bedri Rahmi - Eren Eyüboğlu aşkı işliyor;
1949’da bir gün İstanbul Büyük Kulüpteki bir toplantıda, davetliler Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını istediler. Eyüboğlu ayağa kalktı ve Karadut’u okumaya başladı.
*
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
*
Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzüldü. Salondaki herkes niye ağladığını anlamıştı, tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki karısı Eren Eyüboğlu. Çünkü şiirde "kadınım - kısrağım - karımsın" dediği kadın, karısı değildi. Bu şiir’i 3 yıl önce, bir başka kadın için yazmıştı. Mari Gerekmezyan için.

31 Ağustos 2012 Cuma

Klasik Türk Müziği bestecisi Udî Selâhaddin Bey


Selahattin Pınar, (d. 22 Ocak 1902, Denizli - ö. 6 Şubat 1960, İstanbul), Klasik Türk Müziği bestecisi, udi ve tamburidir. Eserleri genelde melankolik bir havaya sahiptir.
Hayatı
Babası Denizli Milletvekili Sadık Bey'dir. Aslen Denizlili olup babası Sadık Bey'in görevi nedeniyle henüz 3 yaşındayken İstanbul'un Altunizade semtine taşınmışlardır. Babasının karşı çıkmasına rağmen 12 yaşında ud çalarak musikiye başladı. Dönemin önemli bestekârlarından ders alan Selahattin Pınar ileriki yıllarda tanbur sazına geçti. "Üsküdar Musıkî Cemiyeti" adını alacak olan "Darü'l-Feyz-i Mûsıkî"nin kurucuları arasında bulundu. Burada Telgrafçı Ata Bey, Udî Sami Bey, Tanburî Cemil Bey'in öğrencilerinden Kadıköylü Fuad Bey gibi kimselerle ciddi çalışmalar yapılırdı. Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti olduktan sonra bu çalışmalara Necati Tokyay, Emin Ongan, Şükrü Tunar, Hâfız Burhan ve daha nice isim yapmış ve yapacak olan sanatkârlar katılmıştı. Bestenigâr Ziya Bey, Mızıkalı Celâl Bey, Udî Sami Bey, Hanende Hüsameddin Bey, Kâzım Uz ve Ali Rifat Çağatay hoca olarak görev yapıyordu.

30 Ağustos 2012 Perşembe

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI TÜM DÜNYAYA KUTLU OLSUN!


30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI TÜM DÜNYAYA KUTLU OLSUN! 
 
Attila İlhan,bir şiirinde  diyor ki: ‘’ Gecenin arkasında bir yerde,
Ufaldıkça gaz lambaları,
Nehrin omuzlarına yaslanıp 
yaşlı ve dindar,
Renkli Büyük Taarruz Atatürk Kocatepe'ye çıkarken Yalnızlıktan soğumuş dağlar,
Kalpaklı bir süvari dolaşırmış
gizlilerde,
       Köylüler böyle diyorlar   
yatsıları..
Kemal Paşa'dır diyorlar...’’
 

O kalpaklı süvari, 26 Ağustos sabahı sabah 05:00 sularında, Kocatepe’de kırbacını şaklattı ve keskin gözleriyle ufka doğru baktı. Zafere ulaşma süresi 15 gün diye planlanmıştı. Yunan ordusu ise, savunma mevzilerinin dört aydan fazla dayanabileceğini düşünüyordu. Fakat, o sarışın kurt, o kadar kararlıydı ve milletine o kadar güveniyordu ki, müthiş bir azim ve kararlılıkla topların gürlemesi için emrini verdi. Türk ordusu çok uzun zamandır taarruz etmemişti. Bu millet makus talihini yenmek için düşmana karşı kazma kürekle bile direnmişti. Şimdi başlarında kararlı bir lider de vardı. Bu liderin önderliğinde, kimse günlük dertlerini hatırlamıyordu bile. Vatanın her karış toprağı üzerindeki tüm insanlar, birbirine o derece bağlıydı ki, düşmanın bu bağı koparabilmesine imkan yoktu. Bu zor şartlar altında, zafere inanan ve medeni bir yapıya kavuşmak isteyen Türk milleti, gözünü bir dakika bile kırpmadan bir yandan ölüme bir yandan da hürriyete koştu. Çünkü; hürriyeti o kadar çok özlemişlerdi ki, tarih boyunca atalarının da her zaman hürriyete düşkünlüklerini bildikleri için, Mehmet Akif’in de dediği gibi, gömülemeyeceklerini çünkü tarihe sığamayacaklarını biliyorlardı. Yıllardır, analar bu kuzuları kınaladığı için evlerde kına, gönüllerde neşe mi kalmıştı? Bu millet bu zor şartlar altında tüm tarihe haykırdı: ‘’ Ya İstiklal ya ölüm!’’

Nâzım HİKMET- '26 Ağustos Gecesi -Akdeniz'e Varış '



Nâzım HİKMET/ Kurtuluş Savaşı Destanı'ndan

SEKİZİNCİ BAP



26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER
 

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Fuzûlî


Fuzûlî
Mehmed bin Süleyman Fuzûlî (Fużūlī d. 1483, Hilla - ö. 1556, Kerbela ya da Bağdat), Azeri-Türk divan şairidir. Asıl adı Mehmet bin Süleyman'dır. Türk Bayat boyundan  olduğu aktarılmaktadır. Türk şiirini önemli ölçüde etkilemiştir. Yedi Ulu Ozan'dan biri kabul edilir.
Hayatı
Ailesi göçebe hayatı bırakıp günümüzdeki Irak bölgesine yerleşmiş olan Oğuzların Bayat boylarındandır. Fuzûlî; ne kadar kesin bilinmese de 1483 yılında Akkoyunlular zamanında şimdiki Irak'ta Kerbela veya Necef'de veya Kerkük iline bağlı Kale semtinde doğduğu tahmin edilir.
Fuzûlî iyi bir eğitim almak için ilk önce Hillah şehirinde müftü olan babasından, ve daha sonra Rahmetullah adındaki bir öğretmenden eğitim görmüştür. Daha sonraki öğrenimi hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte; eserlerinden İslamî bilimler ve dil alanında çok iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Su Kasidesi'nin 2. beytinde; "Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem" "Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su" diyerek astronomi bilgisinin de iyi olduğunu ortaya koymuştur.

28 Ağustos 2012 Salı

MEVLANA: SENİN ŞANINA SADECE GELMEK YARAŞIR!

MEVLANA: SENİN ŞANINA SADECE GELMEK YARAŞIR!


Davalar, düşmanlıklar, kavgalar yok

İçki, eğlence, tad sarmış şehrimizi.
Elinde bir kadeh var her sarhoşun.
Kimi doymuş, rahat, kendinde.
İçkiye doğru koşmakta kimi.
Gürül gürül süt ırmağı bir yanda,
Bir yanda gürül gürül bal nehri.

Pek acayip bir şey bu:
Bir şehirde padişah bir tane olurdu,
Gökyüzünde ay bir tane.
Bu şehir padişahlarla dolu,
Gökyüzü aylarla, zuhallerle.

Yalnızlık - A... - Yavuz Bülent Bakiler

GECE YARISINDA BİR YALNIZ ADAM

Bir garip kimseydin bu şehirde,
Sevmezdin her akşam oturup içenleri.
Ve kimse bilmezdi o zamanlar
Düğüm düğüm içinden geçenleri.

Bir esmer kız severdin şiirler gibi,

Minyatürler gibi ince.
İçin içine sığmazdı, konuşamazdın
Çıkıp yanına gelince.

Efkârını dağıtmıyor şimdi her gece

Ard arda içtiğin sigara.
Ve başıboş akan ırmaklar gibi,
Dalıp dalıp gidiyorsun yollara.

Bütün sevdiklerin bırakıp gitti

Yapayalnız kaldın artık.
Dokunsalar, ağlarsın çocuklar gibi
Büyüdü gözlerinde yalnızlık.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Erdal Doğan - Osmanlı hakkında ezberler bozulacak

Osmanlı hakkında ezberler bozulacak

"İstanbul, resmi elçilerin dışında yabancı ülkelerde ajan ve casuslar da çalıştırıyordu.

Osmanlı hakkında ezberler bozulacak
Bu casusların bir kısmı ikili ajanlık yapsa da, diğerleri hayatları pahasına da olsa padişaha sadık kaldılar."(sf.81)

Osmanlı ordusu hakkında doğru bilinen yanlışlar

ABD'de Osmanlı, Avrupa ve Ortadoğu tarihi üzerine dersler veren Macar tarihçi Gabor Agoston, Osmanlı'da Strateji ve Askerî Güç adlı kitabında, bu büyük imparatorluğu Avrupa bağlamında ele alıyor.

Oryantalist ve Avrupa merkezli görüşe göre gücünün doruğundaki Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa üstünlüğü ve gelişen teknolojik gelişmeler karşısında modernleşmeyi başaramayıp gerilemeye başlamıştı. İleri sürülen tüm bu tezlere göre, Osmanlılar "muhafazakâr" oldukları için dünyada meydana gelen dönüşüm sürecine mesafeli kalmayı tercih ediyor, bu da "teknolojik bir gerilik" olarak tezahür ediyordu.

Büyük İskender


                 BÜYÜK İSKENDER
Büyük İskender, adı Doğu efsanelerinde yaşayan, o zaman ki dünyanın yarısını fethetmiş , Pers İmparatorluğu’nun güçlü ordularını yenmiş,
MÖ 356 Pella, MÖ 323 Babil yıllarında yaşamış, Makedonya Kralı ve tarihteki en büyük komutanlardan biridir.
M.Ö. 336 - M.Ö. 323 yılları arasında Makedonya kralı ve tarihteki en büyük imparatoru.
Ayrıca Türkçe tarihlerinde  Büyük İskender,  İskender Rumi,  İskender Yunani ve Makedonyalı İskender olarak da bilinir.

Gençliği ve Tahta Çıkışı
 II. Filip ile Epeiros (Epir) kralı Neoptolemos'un kızı Olimpias'ın oğlu olan İskender, 13-16 yaşlarında Aristo'dan aldığı derslerin etkisiyle felsefe, tıp ve bilime ilgi duydu.Babası II. Filip'in Byzantion'a saldırdığı M.Ö. 340'ta Makedonya'yı yönetti ve bir Trak kabilesini yendi, iki yıl sonra II. Filip'in Yunanlılara karşı kazandığı Kaironeya Çarpışması'nda ordunun sol kanadını komuta etti.II. Filip'in öldürülmesinin (M.Ö. 336) ardından komutanlarca kral ilan edildi(Babasına suikasti düzenleyen muhtemelen kendisidir). Öncelikle bütün olası hasım ve rakiplerini öldürttü. Babasının sağlığındaAsya seferini gerçekleştirmek üzere oluşturulan, Korintos'taki Helen Birliği sinhedrion'da (meclis) bu birliğin hegemonu ve başkomutanı seçildi. Delphoi üzerinden Makedonya'ya dönerken M.Ö. 335 ilkbaharında Trakya'ya girdi. Şipka Geçidini aşarak Triballileri (Triballoi) ezdikten sonra Tuna'nın öbür yakasına geçerek Getaları dağıttı. Ardından batıya dönerek Makedonya'yı istila etmiş olan İliryalıları yendi. Bu sırada öldüğüne ilişkin söylentiler üzerine Atina'da ayaklanma patlak verdi. Bu ayaklanmanın ardında hem yeni Pers kralı III. Darius'ün mali desteği, hem de Demostenes'in çabaları yatıyordu. Askerlerini günde 30 km gibi o çağa göre çok yüksek bir hızla ilerleterek Yunanistan'a giren İskender, tapınaklar ve şair Pindaros'un evi dışında bütün Tebai'yi yerle bir etti. Yaklaşık 6 bin kişinin öldürüldüğü, sağ kalanların köle olarak satıldığı bu sindirme hareketi sonunda Sparta dışındaki bütün Yunan Devletleri Makedonya üstünlüğüne boyun eğdi. Kral Filip'in yerine tahta geçen Büyük İskender, babasının planladığı İran seferini kendi üstlenmiştir.

26 Ağustos 2012 Pazar

Dünyanın ilk Standartlar ve Tüketiciyi Koruma Kanunları

Dünyanın ilk Standartlar ve Tüketiciyi Koruma Kanunları
II. Bâyezid döneminde dünyanın ilk Standartlar Kanunu, ilk Belediye Kanunları, ilk Tüketiciyi Koruma Kanunları ve ilk Gıda Nizâmnameleri hazırlandığı söylenmektedir. Bu kanunlardan bazı örnek maddeler zikrederek anlatabilir misiniz?
Prof Dr. Ahmed Akgündüz
osmanli carsi Osmanlı ve İslâm ceza hukukunda hırsızlıkEvet doğrudur. II. Bâyezid devrine ait en mühim kanunlardan birisi şüphesiz ki, Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleridir. Bu kanunnâme, dünyanın en mükemmel ve en geniş belediye kanunu olmakla kalmamakta, aynı zamanda dünyada ilk tüketici haklarını koruyan kanun, ilk gıda maddeleri nizâmnâmesi, ilk standartlar kanunu, ilk çevre nizâmnâmesi ve kısaca asrına göre çok hârika bir hukuk kodudur. Bu kanun, hem Osmanlı örf âdetlerini ve hem de İslâm hukukunu çok iyi bilen Mevlânâ Yaraluca Muhyiddin tarafından hazırlanmıştır. Hazırlanış tarihi 1502 ila 1507 tarihleri arasındadır.

Biz, her biri 100 küsur maddeyi bulan bu üç kanunnameden sadece bazı maddelerini, tüketici hakları açısından arz ediyoruz (Maddenin başındaki rakamlar Kanun maddelerine ve harflerden B, Bursa, E Edirne ve İ İstanbul Kanununa işaret etmektedir):

“İ-45. Ve mahkeme kararıyla yiyecek ve içecek ve giyecek ve hubûbât ki; çarşıda ve pazarda vardır, gözedilüb her meslek sahibi teftiş oluna. Eğer terâzûda ve kilede ve arşunda eksük bulunursa, muhtesib (belediye başkanı) haklarından gele.

Yalçın Ergir -Küçük Mutluluklar

KÜÇÜK MUTLULUKLAR

Küçük derelerdir büyük nehirleri oluşturan
Küçük mutluluklar, küçük, küçücük derelerdir
Büyük nehri ararken üzerinden atladığın
Arkana dönüp de bakmadığın

Küçük mutluluklar
Çıtır çıtır Kızılay simitidir, çayın yanında
Aniden radyoda karşına çıkan şarkı
Kar yağınca tatil olan okul
 

Birazda İlginç olsun.

Parmaklar Neden Çıtlar ?
Parmaklarınızı çıtlattığınızda duyduğunuz ses kemiklerinizden gelmez. Bu ses, eklemlerinizin birleştiği yerde bulunan sıvının içindeki gaz kabarcıklarının patlamasıyla oluşur. Bunu alışkanlık haline getirmek, eklemler etrafındaki dokuya zamanla zarar verir.
 
Dünyanın en büyük stadı. Estádio do Maracanã (Maracana Stadı-Brezilya)

Resmi olarak 180.000 kişi kapasiteli stadyuma, büyük maçlarda 200.000 kişi alınabilmektedir. Maracana Stadı hâlen dünyanın en büyük 1. futbol stadyumu ünvanını elinde bulundurmaktadır.
 
 

26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz'un Başlangıcı ve 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi Kutlu Olsun!



TÜRK TARİHİ’NİN ÖNEMLİ DÖNÜM NOKTALARI

Tarihte, bir olaya dönüm noktası diyebilecek kadar önemli bir atıfta bulunuluyorsa, gerçekleşen bu olayın bir toplumun toplum yapısını, ideolojisini ve de hedeflerini etkilemesi gerekir. Tarih boyunca, dünya düzenini etkileyen önemli olayların yanı sıra, belirli kavimlerin yükselişine ve çöküşüne etki ederek dünya düzenine de şekil veren belli başlı olaylar vardır.

Türk Tarihi’nde, dünyaya az da olsa yön verecek birçok olay vardır. Fakat, bana göre, Türk Tarihi’nde öyle üç olay vardır ki, bu üç olay karşısında dünya da ayağa kalkmıştır. Bu üç olaydan birincisi; 26 Ağustos Cuma Malazgirt Meydan Zaferi’dir. İkincisi; 29 Mayıs 1453 Salı İstanbul’un Fethi’dir. Üçüncüsü de; 26 Ağustos 1922’de başlayan ve 30 Ağustos’ta zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşımızın askeri aşamasının son basamağı, Büyük Taarruz’dur. Tüm Türk Tarihi’nde, parlak zaferler olduğu kadar ağır yenilgiler de vardır, ki ülke bütünlüğünü etkileyen toplumsal hareketler ve askeri mağlubiyetler de dünya düzenine, galibiyetler kadar tesir edecek şekilde, şekil vermiştir. Bu yazıda, bu üç parlak zaferin, Türk Tarihi’ne ve Dünya Tarihi’ne neden bu derece tesir ettiğini düşündüğümü anlatmaya çalışacağım.

Medeniyetler geç oluşur, tarih boyunca yaşanan her coğrafyada belirli kavimler bulunmuştur. Her gelen kavim, kendi kültüründen bir parça bırakmış ve oluşan sentez sonucunda yepyeni medeniyet tarzları oluşmuştur. Tarihte hiçbir kavim yoktur ki, bulunduğu coğrafyanın kültüründen etkilenmesin ve hiçbir kavim de yoktur ki, bulunduğu coğrafyayı etkilemesin. Meseleye bu açıdan bakıldığında, oluşan sentezlerin ne derece önemli olduğu görülecektir. Bu dünya yaratıldığında, topraklar sahipli olarak yaratılmadı. Güçlü olan kazandı, akıllı olan medeniyet hırsızlığı yaptı ve sanki sıfırdan kendi üretmiş gibi onu tüm dünyaya yaydı. Çok eski tarihlerde yaşayan ve tüm Akdeniz kültürünü ilerlemiş denizciliği sayesinde etkileyen Girit Uygarlığı’na son veren barbar Mikenai kavmi, bu kültüre sahip çıktı ve bunun arkasından İon ve Yunan topraklarında oluşan Antik Yunan akımı tüm dünyaya derinden etki etti. İstanbul’un fethinden sonra meşhur Bizans kütüphanelerinde bulunan Antik Yunan eserleri Avrupa Rönesans’ına yön verecektir. Ayrıca, büyük fetihten yıllar önce İspanya topraklarında büyük bir medeniyeti temsil eden Endülüs Emevileri de bu müthiş birikimi tercüme ederek, üniversitelerinde müthiş bir bilimsel birikim sağlayacak ve İbn Rüşd gibi Aristocu, Ebu Mervan İbn Zuhr gibi Cerrahinin babası ve daha birçok ünlü bilgin yetiştirerek Avrupa Medeniyeti’nin oluşum aşamasına müthiş bir tesirde bulunacaktır. Görüldüğü üzere, kültür evrenseldir; birikim ile ilerleyen kültür ve elbette bilim, pratik faydaya yönelik değil de, geleceği şekillendirmeye yönelik kullanılırsa, medeniyetlerin kalkınmasına önemli katkılarda bulunur. Zira, 12. yüzyıldan sonra dünya bilimine ve kültürüne yön veren ünlü eserleri, İslam bilginleri değil, Avrupalı bilginler vermeye başlamıştı.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Yüreğiyle Konuşan Sanatçı: Ümit Yaşar Oğuzcan


Ümit Yaşar Oğuzcan

Ümit Yaşar Oğuzcan, (22 Ağustos 1926, Tarsus - 4 Kasım 1984), Türk şair.
22 Ağustos 1926 tarihinde Tarsus’ta doğdu. Eskişehir Ticaret Lisesi’ni bitirdi (1946); Türkiye İş Bankası’na girerek Adana, Ankara ve İstanbul’da çalıştı, otuz yılını doldurunca Halkla İlişkiler Müdür Yardımcısı görevinde iken, emekliliğini istedi, ayrıldı (Haziran 1977). İstanbul’da kendi adını taşıyan sanat galerisi kurdu.
http://galeri3.uludagsozluk.com/153/umit-yasar-oguzcan_243135.jpg
Şiire 1940’da Yedigün şairleri arasında başlayan; 1975’te 33 şiir, 4 düzyazı kitabı, 13 antoloji ve biyografik eser, toplam 50 kitap çıkarmış bulunan, şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle tanınan Oğuzcan, günümüzün en popüler şairlerinden biridir. Genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel duyarlılığında ve aşk, ayrılık, özlem temaları ekseninde çoğalttığı şiirini, 1973’te büyük oğlu Vedat’ın ölmesi üzerine, hayatın boşluğu, ölüm ve acı gibi derinliklere, öz ve biçim yoğunlaştırmalarına yöneltti. Şairlik başarısını, daha etkili, aruzla yazdığı rubailerinde gösterdi.

1967’ye kadarki hayatı, eserleri hakkında yazılanlardan seçmeler “Ümit Yaşar/25. Sanat Yılı Jübilesi” adlı bir kitaptadır.
ESERLERİ
Çoğu dört beş kere basılmış 33 şiir kitabının ilk baskı yıllarına göre isimleri: İnsanoğlu (1947), Dolmuş (1955), Aşkımızın Son Çarşambası (1955), Bir Daha Ölmek (1956), Kör Ayna (1957), İki Kişiye Bir Dünya (1957), Beni Unutma (ilk yedi kitabından seçmeler, 1959), Karanlığın Gözleri (1960), Akıllı Maymunlar (1960), Seninle Ölmek İstiyorum (1960), Üstüme Varma İstanbul (1961), Sahibini Arayan Mektuplar (1961), Yeni Dünya Rekoru (1961), Sevenler Ölmez (1962), Çigan Gözler (1962), Ötesi Yok (1963), Hüzün Şarkıları (1963), Bir Gün Anlarsın (1965), Sadrazamın Sol Kulağı (1965), Mihribana Şiirler (1965), Taşlar ve Başlar (1966), Seni Sevmek (1966), İnşallahla Maşallah (1966), Toprak Olana Kadar (1968), Göbek Davası (1968), Ben Seni Sevdim mi (1968), Halktan Yana (1969), Aşk mıydı O (1969), Önce Sen Sonra Ben (1971), Rubailer (1972), Yalan Bitti (1975), En Eski Yalnızlığımdın Sen Benim (1978), Dikiz Aynası (yergi şiirleri, 1982), Acılar Denizi (1977) isimli kitabı, son kitabı dışında bütün şiirlerinden seçmeler kitabıdır. Diğer seçme şiirler kitabı Şiirle 40 Yıl (1982) adını taşıyor. Bütün Şiirleri Özgür Yayınları’nda basılıyor (4 cilt, 1982-1984).

ÖLÜMSÜZ BİR ESER: ARTIK BU SOLAN BAHÇEDE BÜLBÜLLERE YER YOK

ÖLÜMSÜZ BİR ESER: ARTIK BU SOLAN BAHÇEDE BÜLBÜLLERE YER YOK

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok

Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok

Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok 

Bu eserin;güftesi Faruk Nafiz Çamlıbel' e, bestesi Prof.Dr.Alaeddin Yavaşça'ya aittir. Eseri harika yorumlayan eşsiz sanatçılardan Alaeedin Yavaşça ve Ahmet Özhan'ın yanı sıra; bu eserin güftesinin sahibi,ünlü şair Faruk Nafiz Çamlıbel'e de şükranlarımızı sunuyoruz. Tam bir beyefendi olan Prof.Dr.Alaeddin Yavaşça ve Ahmet Özhan ile beraber; 10. Yıl Marşımız'ın yazarı, Faruk Nafız Çamlıbel'in ve onun aziz hatırasına  ithafen bu üç büyük sanatçımızı yüzeysel de olsa tanımaya çalışalım.

MAX WEBER ve İSLAM MEZHEPLERİ












    MAX WEBER ve İSLAM MEZHEPLERİ

                                                                      Michael COOK                                      
                                                              Çev.: CelaleddinÇELİK

                                                                            ÖZET

“Mezhep” ve “Kilise” kavramları, farklı toplumsal ve dini tarih içinde kazandıkları özel anlamları dikkate alınarak kullanılmaları gereken özel kategorilerdir. Ancak bu kavramlar zaman zaman İslami bağ-lamda da dikkatsizce ifade edilmektedirler. Michael Cook bu yazı-sında, Weber’in İslam’la ilgili yazılarında dile getirdiği mezhep ve ki-lise kavramların ın, İslam dünyasında ortaya çıkan grupları ve özel-likle mezhepleri tanımlamada uygun enstrümanlar olarak kullanı-lamayacağını savunmaktadır. Cook, ayrıca Weberin yazdıklarından hareketle kavramların eleştirel bir tasnifini yapmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Mezhep, Kilise, Cemaat, Max Weber, İslam.



Bu makalenin konusuna iki şekilde yaklaşılması mümkündür. Birinci yaklaşım, başlıktaki birleşimi iki farklı unsurun birlikteliği-ni temellendiriyormuş gibi kavramaktan oluşur. O zaman söze Weber’le başlanır ve yine onun sözleriyle bitirilir. Bu arada mümkün mertebe İslam mezhepleri hakkında da sözedilebilirdi. Böyle bir giri-şim, bilhassa “X ve İslam” konulu başka çalışmalara da kolaylıkla dönüştürülebileceği için cazip olurdu. Burada uygulanan alternatif yaklaşım ise, bu birleşimin boş bir bağlantı olmadığını göstermekte-



Michael Cook, “Max Weber und islamische Sekten”, Max Webers Sicht des Islams, Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main 1987, 334-341.

    Yrd.Doç.Dr., Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Din Sosyolojisi ABD.