Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Kültür Topluluğu'nun Blog Sayfasına Hoşgeldiniz. Hoşça vakit geçirmeniz dileğiyle...
Arkadaşlar Facebook Grubumuza da bekleriz.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Şehzade Mustafa


Arkadaşlar, sizle Sultan Süleyman'ın oğlu, şehzade Mustafa'nın hikayesini paylaşmak istiyorum. Paylaşacağım hikaye elbette rivayetlerden ibarettir. Elbette ki, rivayetlerin tamamen doğruluğuna inanmayacağız; yazılanlardan dönemin düşünce tarzını ve ruh halini anlayıp yorumlar yapacağız. Bu hikayede ve de Şehzade Mustafa'nın diğer tüm hikayelerinde bir tepki görüyoruz. Şehzade Mustafa o derece abartılır ki, sanki tek başına dünyayı fethedecek. Bunun sebebi şudur: Sultan Süleyman'dan sonra yerine geçen Sultan 2.Selim zamanında devlet buhranlar yaşadı ve de Selim bu durumu idare edebilecek kabiliyete sahip değildi. Büyük bir ihtimalle o dönemi yaşayan halk, ah şimdi Şehzade Mustafa olsaydı diyordu. Çünkü; biz daha önce de bahsettiğimiz gibi hemen baştakine suç bulur ve de aciz kaldığımız anda ölmüş insanlardan medet umar ve sürekli keşke deriz. Bu düşünce tarzının yanlışlığı açıktır. O dönemin yazarları da bu düşünce tarzından hareketle devletin çöküşünü Şehzade Mustafa'nın ölümüne yormuşlar ve de onun ölümünden sorumlu olan Hürrem Sultan'ı da düşman bellemişlerdir. İşte, bizim faturayı hemen düşünmeden kesmemizden dolayı bazı şahısların nasıl zan altında kaldıklarını görüyoruz. Hoş, Hürrem Sultan çok masum değildi, Şehzade Mustafa'nın ölümünde en büyük pay sahibi olduğundan da şüphemiz yoktur, fakat tarihin seyrini değiştirebilecek derecede önemli bir şahsiyet olarak göstermemiz bizlere yakışmaz. Mantıklı bir şekilde düşünüp yorumları yapmamız gerekiyor, zira Hürrem Sultan'dan sonra devletin duraklama devrinde gücü eline alacak olan Valide Sultanların yanında Hürrem melek gibi kalır.


Açık olarak şunu belirtmek gerekir ki, devletin sistemi Sultan Süleyman devrinin sonlarına kadar bozulmaya yüz tutmuştu; imparatorluğun üzerine çeşitli kollardan saldıran düşmanlar ortak düşmana karşı ittifak yapıyorlardı. Aynı zamanda, devir değişiyor Avrupa'da yeni akımlar doğuyordu. Ekonomik yapı artık Ortaçağ kapasitesini çoktan aşmıştı, ileride Osmanlı İmparatorluğu savaş kaybetmeye başlayınca Avrupa'nın üstünlüğünü kabul edip önlem almaya başlayacaktı. Böyle bir ortamda elbette güçlü bir lider devleti ayakta tutabilir, fakat bu güçlü liderler nereye kadar ülkenin başında duracaklar. Her padişahın oğlu kendisi gibi mi olacak? Böyle bir ihtimal bulunmadığına göre bizim liderlere değil, halka bakmamız gerekiyor. O dönemde devlet her taraftan baskı altında kalmıştı, uzun süren savaşlar imparatorluğun mali dengesini mahvetmiş halk da bu savaşlardan şikayet eder hale gelmişti. Ayrıca, bahsettiğimiz gibi, Avrupa yeni bir akım başlatıyordu ve tek amaçları Doğu'nun üstünlüğüne son verip gelişmelerini tamamlamaktı. Osmanlı İmparatorluğu Akdeniz geleneğinden beslendiği için böyle bir akımın orada gerçekleşme ihtimali bulunmuyordu; çünkü tıkır tıkır işleyen bir sistem vardı. Buna karşın Avrupa, yeni keşfettikleri ve sömürdükleri Amerika'dan ucuz malları doğu ülkelerine satıyor ve Osmanlı Pazarı'nı kalitesiz mallar istila ediyordu. 1580'li yıllarda İngiltere edindiği kapitülasyonlarla Osmanlı Pazarı'nı istila etmiş, para akışını hızlandırmış ve de yeni sisteme geçemeyen Osmanlı ekonomisinin dengelerini bozmuştu. Batı'nın ürettiği bilim en son Sanayi Devrimi'nde kendini gösterdi ve de yepyeni bir çağda yepyeni sorunlar ortaya çıktı. Durumu geç fark eden Osmanlı yöneticileri uzun zamandır yenilikler ile gelişmeye çalışıyordu, fakat Avrupa'nın ürettiğini direk alarak Avrupalılar ile baş edemiyordu. Lafı buraya getirdim; çünkü devşirme sistemler bizde işlemez. Biz her şeyden önce Akdeniz toplumuyuz, zengin bir kültüre sahibiz. Günün ekonomik şartları ne ise ona uyum sağlamak zorundayız; fakat Avrupa nasıl kendi bilimi ile kendi toplum yapısı ile dünyayı değiştirecek yeni değişimlere imza attı ise, Akdeniz'de bunun karşılığını gayet iyi verebilir. Zira, kültürel miras olarak çok şanslıyız, fakat bunun farkında değiliz. Bugünkü sistemi anlayarak, çağlara uygun sistemleri takip etmeli ve de kendi sistemlerimizi geliştirmeliyiz.
Bu çözümlemenin ardından tahtın esas sahibi olması gereken Şehzade Mustafa'nın acıklı hikayesini paylaşıyorum:

Mustafa Bursa’ya defnedilirken halk ağlamaktan bitap düşmüş; öyle ağır gelmiş insanlara, çünkü ölümü haksız bir ölümmüş! Şehzade Mustafa ki düşmana baktığında kalbi durur, dosta güldüğünde çare olurmuş. Öyle mert bir yiğitmiş… Mahidevran hatun şu cihana bir yiğit doğurmuş, gelin görün ki yiğidin vadesi daha doğarken dolmuş! Şehzade Mustafa: Sultan Süleyman’ın en büyük oğluydu. Hünkâr olmaya en yakın ve en layık varis de oydu. Sultan’ın diğer bütün evlatları: Şehzade Mehmet, Cihangir, Beyazid, Selim hep Hürrem Hatun’dan olma idi. Kadere bakın ki Hürrem Hatun koca dünyaya sığdırmadı Şehzade Mustafa gibi yiğidi. Belki korktu, hünkâr olursa oğullarıma kıyar diye, belki de kalbinde korkudan hiç eser yoktu, en doğrusunu Allah bilir. Amma şu var ki Damadı Rüstem ile bir olup Mustafa’yı Sultan Süleyman’ın gözünden düşürmeyi bildiler!
Şehzade Mustafa yeniçerinin karşısına çıkınca asker canını verecek gibi olur, halkın arasına karıştığı vakit ahali etrafında pervane gibi dönermiş. Kardeşleriyle buluşunca o şehzade Cihangir, Mehmet eriyip gidermiş, öyle severlermiş birbirlerini! Sultan Yavuz Selim’i gören büyükler Şehzade Mustafa’nın ona ne kadar benzediğini hemen ilk bakışta söylermiş.

Mustafa’nın başında kara bulutların dönmesi Şehzade Mehmet’in ölümüyle başlamış aslında. Mehmet gencecik yaşta eceliyle vefat edince Hürrem Hatun ile damadı Rüstem Paşa, Mustafa’nın taht yolunu kesmek için kanlı bir işe girişmişler. Güya Mustafa dermiş ki, babam ihtiyarladı, gazaya dahi çıkmaz oldu, taht gayrı bana yaraşır! Süleyman Han ilk vakitler bu dedikoduya kulak tıkamayı bilmiş. ‘Mustafa öyle iş yapmaz’ demiş.

Kardeşler, yiğidin bir hesabı olurmuş amma yiğit üzerine dokuz oyun kurulurmuş. Vakit geçmiş, oyunlar içinde sıra Şehzade Mustafa’nın mührünü çalmaya gelmiş. O mührü çalan eller, Mustafa’nın ağzından İran Şahına mektuplar düzmüş. Şahın cevaplarını da mektuplarla birlikte Hünkâra yetiştirmişler. Hünkârım bu Mustafa’nın niyeti niyet değil demişler, Daha ne kadar bekleyeceksin, haine cezasını vermeyecek misin demişler. Süleyman Han ne vakit oğluna baksa babasını görürmüş zaten ya, dedesi Beyazid Han gibi tahttan oğlunun eliyle indirilme fikri ağırına gitmiş. Emir buyurmuş: tez İran üstüne ordu hazırlansın, Mustafa da adamlarıyla Konya’da buyruğuma katılsın!
Şehzade Mustafa’yı çok ikaz etmişler, Hünkârın kanına girdiler, size iftira atıp aklını çeldiler, gelin gitmeyin Konya’ya. O şehzade Mustafa ki mert! Babası için canını verecek! Üzerine bembeyaz bir elbise giymiş, ‘Allah bu canı bana babam eliyle verdi, alacaksa varsın babam eliyle alsın!’
"Biz de baba buyruğuna karşı gelecek göz mü gördünüz?"
Mustafa’yı kimseler ikna edememiş. Adamlarını aldığı gibi Konya’ya varmış. Şehzade’nin geldiğini gören devlet erkânı ziyaretine koşmuş hemen. Rüstem Paşa hariç hiçbirinin olacaklardan haberi yokmuş. Şehzade Mustafa ecelin yanı başında bir gece konaklamış. O gece çadırına bir ok saplanmış. Okun ucunda ‘Baban sana kıyacak! Çadıra gitme’ diye yazarmış. Mustafa, o babamdır diyerek bunu da kulak ardı etmiş. Hünkârın elini öpme vakti gelince dem bu demdir diyerek çadıra yürümüş ancak çadırın önündeki adamlar Şehzade’den kılıcını istemişler. Hünkârın huzuruna kılıç ile çıkma hakkı yalnız şehzadelere mahsustur. Yiğitten kılıcını istemek canını istemeye denktir ya, Mustafa çıkarmış kınından o pak kılıcı, madem hünkârın emridir alın o halde demiş.
Mustafa çadıra girdiği vakit bakmış ki ne görsün: Karşısında yedi dilsiz, sağır cellât! Ellerinde yağlı ibrişim kemendi! Mustafa ceddinden almış bu huyu, önce hayır ile nasihat etmiş. Lakin adamların duyduğumu var? Yürümüşler Mustafa’nın üstüne! Lakin ölümü koynunda gezdiren adama cellât dayanmaz! Geleni indirmiş, geleni indirmiş… Yürümüş hünkârın bulunduğu çadıra, hala el öpme niyetindeymiş, tam aradaki perdeyi kaldıracakken Zal Mahmut Ağa’yı görmüş ardında! Şehzade Mustafa, bu Zal Mahmut Ağa’ya vaktiyle o kadar iyilik etmiş ki, elinde balta olduğunu görünce tutulup kalmış öylece, dönememiş bile! Mahmut Ağa baltayı kaldırdığı gibi vurmuş Mustafa’nın sırtına! Mustafa yere düşünce cellâtlar ayaklanmış yeniden, üç kemendi birden sarmışlar boynuna! Mustafa feryat etmiş, ‘Baba! Oğluna neyi reva gördüler?’
‘Baba oğluna neyi reva gördüler…’
Öyle yiğide bu reva görülmezdi ya fitnenin canı çıksın! Asker, Mustafa’nın hayatta olmadığını görsün de ondan umudunu kessin diye cansız bedenini çadırın önüne asmışlar! Bunu gören Hürrem Hatun’dan olma Şehzade Cihangir öyle bir figana kapılmış ki bir zaman sonra derdinden hasta düşüp can vermiş...

Bu da Taşlıcalı Yahya'nın Şehzade Mustafa yazdığı meşhur Mersiye'sidir:

I. bend
Meded meded bu cihanım yıkıldı bir yanı
Ecel celâlîleri aldı Mustafa Hânı
(Meded, meded! Bu dünyanın bir tarafı yıkıldı.
Çünkü ecel eşkıyaları Mustafa Han’ı yakaladılar ve
boğdular.)
Tohındı mihr-i cemâli bozuldı erkânı
Vebale koydılar âl ile Al-i Osmânı
( Onun güneş gibi parlak olan yüzü battı ve maîye-
ti bozuldu. Osmanoğullarını hîle ile günaha sok
tular.)
Geçerler idi geçende o merd-i meydânı
Felek o canibe döndürdi şâh-ı devrânı
(Padişahın yanında o yiğidin sözü geçtikçe onu
çekiştirirlerdi. Nihayet devir padişahını felek, on
ların yönlendirmek istedikleri tarafa döndürdü.)
 Yalancımın kun bühtanı bugz-ı pinhânı
Akıtdı yaşumımı yakdı nâr-ı lıicrânı
( Yalancının kuru iftirası ve gizli düşmanlığı gözümüzün
yaşını akıttı, gönlümüzde ayrılık ateşi yaktı.)
 Cinayet etmedi cânî gibi anıın câm
Boguldı seyl-i belâya tagıldı erkânı
(Zavallı şehzade caniler gibi bir cinayet işlememiş-
ken, belâ seline düşüp boğuldu. Bütün yanında bu
lunan yakınları darmadağın oldu.)
N’olaydı görmeye idi bu macerayı gözüm
Yazuklar ana reva görmedi bu rayı gözüm
(Keşke şu olayı gözüm görmemiş olsaydı. Doğrusu
ya, şehzade hakkındaki hükmü doğru ve uygula-
nan cezayı adalete uygun görmedim.)
II. bend
Tonandi ağlar ile nurdan menâra dönüp
Güşâde hatır idi şevk ile nehâra dönüp
( Şehzade beyaz bir elbise giymiş, bu haliyle nurdan
bir minareye dönmüştü. Babasını göreceği için mutluluktan parlayan yüzü gündüzü andırıyordu.)
Göründi halka dıraht-ı şükûfezâra dönüp
Ütag u haymeleri karlu kûhsâra dönüp
(Şehzade halka çiçek açmış bir ağaç gibi göründü,
otağ ve çadırları da karlı dağlara benziyordu.)
Tururdı şâh-ı cihan hiddet ile nâra dönüp
Yürürdi kullan yamnea lâle-zara dönüp
(Cihan padişahı olan Kanunî Sultan Süleyman
hiddetten ateşe dönmüştü, yanında yürüyen adanılan
da bir lâle tarlasını andırıyordu.)
Müzeyyen idi bedenlerle ak hisara dönüp
El öpmeğe yüridi mihr-i bî-karâra dönüp
(Padişahın çadırları bedenlerle süslenmiş, ak
hisara dönmüştü. Şehzade ise sevincinden güneş
gibi yerinde duramaz bir haıe gelmiş ve el Öpmek.
için otağa doğru yürümüştü)
Tolmdı gelmedi çünkim o mâh-pâre dönüp
Görenler ağladılar ebr-i nev-bahâra dönüp
( Ay parçası gibi şehzade bath, babasının otağından
dönüp gelmedi. Sonra onun cenazesini görenler
yağmur yağdıran bahar bulutu gibi ağlasınlar.)
Bir ejdehâ-yı dü-serdür bu hayme-i dünyâ 
Dehânma düşen olur hemîşe nâ-peydâ
(Bu dünya çadırı, dâima ağzına düşenin görünmez
olduğu iki başlı bir ejderhadır.)
III. bend
O bedr-i kâmil ol âşinâ-yı bahr-i ulum 
Fenaya vardı telef etdi ara tâli-i şûm
(Ayın ondördü gibi bilgili ve ilim denizinin tanışı
olan o şehzade yok olup gitti. Uğursuz talih zavallıyı
telef etti.)
Dögündi kaldı hemân dâg-i hasret ile nücûm
Köyündi şâm-ı firakında doldı yâş ile Rûm
(Gök yüzünde birer yara gibi görünen yıldızlar
şehzadenin, hasretiyle dövündü kaldı. Osmanlı
ülkesi onun ayrılığı akşamında hasretle yandı
tutuştu, gözleri yaşlarla doldu. )
Kara geyürdi Karamana gusse etdi hücum O 
mâhı ince hayâl ile etdiler ma’dûm
(Hüzün ve keder hücumu Konya halkına karalar
giydirdi. O ay yüzlü şehzadeyi, ince hesaplar, us
taca entrikalarla yok ettiler. )
Tolandı gerdenine hâle gibi mâr-ı semûm 
Kazâ-yı Hak ne ise razı oldı ol merhum
(Zehirli bir yılan, yani cellâdın kemendi şehzadenin
boynuna hale gibi kuşandı. Rahmetli kaderi ne ise
ona boyun eğdi.)
Hatâsı gayr-ı muayyen günâhı nâ-ma’lûm
Zihî şehîd ü saîd ü zihî şeh-i mazlum
(Hatası görülmemiş ve günahı bilinmem işken öldü-
öldürülen şehzâde, ne mübarek ve manen ne mutlu
bir şehîd ve ne derece zulme uğramış bir sultândır!)
Yıkıldı yer yüzine aslına rücû etdi 
Saadet ile hemân kurb-ı hazrete gitdi 
(Şehzâde yer yüzüne yığılıp kaldı ve aslı olan top
rağa döndü. Şehîdlik mutluluğuyla İlâhî makam
civarına gitti.)
(TAŞCALI YAHYA)


Murat Ay-PAÜTF Öğrencisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder