Tevfik Kolaylı (24 Mart 1879[1][2] (Hicrî 1296[3]; 1880?[4]); Bodrum,
Muğla - 28 Ocak 1953; İstanbul), ya da yaygın bilinen adıyla Neyzen Tevfik,
taşlamalarıyla tanınan Türk neyzen ve şairdir. Taşlama kitaplarının yanı sıra,
çeşitli taksimler ve saz semailerinin bestecisi olarak da bilinir.
Osmanlı döneminde istibdata karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere
karşı gelenlere karşı hicvini kullanmış; haksızlığa, yolsuzluğa ve
yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Birçok defa tutuklanmış, ama kısa süre
sonra serbest bırakılmıştır.
Bektaşi tekkesine mensup olmuş, hayatının büyük bölümünü İstanbul'da
çeşitli hanlarda geçirmiştir. Son dönemlerinde Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi'nde kendine ayrılan 21. koğuşta kalmıştır. 1930'larda
kısa süreyle kendine bağlanan aylık haricinde düzenli bir geliri olmamıştır ve
hayatı boyunca sara nöbetleri ile uğraşmıştır. Aynı zamanda rakı başta olmak
üzere çok fazla içki içtiği bilinmektedir.
Hayatı
1879 yılının 24 Mart Pazartesi günü[1][2], kendi bir beyitinde
belirtiğine göre Hicrî 1296 yılında[3], Muğla'nın Bodrum ilçesinde, Emine Hanım
ve Hasan Fehmi Bey'in ilk oğlu olarak doğdu. Ahmet Şefik adında bir de kardeşi
vardır. 'Kolaylı' soyadı, Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra, babası Hasan
Fehmi Bey'in Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için
aileye aldığı soyadıdır.
Çocukluk ve
gençlik yılları
Bodrum'daki çocukluk yıllarında babası ile birlikte genellikle, Tepecik
Camii'nin yakınındaki kahvede vakit geçirirken kahveye gelen dervişlerin
üflediği, sonradan ustası olacağı ney dikkatini çekti ve kendi de üflemek
istedi. Babası eğitim hayatını olumsuz etkileyeceğini düşünerek o erken
yaşlarda buna izin vermedi. Çocukluk arkadaşlarından Avram Galanti, Tevfik'in
düdükler yapıp çalarak civardaki çocukları etrafında topladığını ve ilham
kaynağının deniz olduğunu anlatır.[5] Bir yandan şiire olan ilgisi de
çevresinden duyduğu halk hikayeleri vasıtasıyla bu erken yaşlarda başlamıştı.
Sara nöbetleri
1892'de, on üç yaşındayken babasının tayini ile birlikte Urla'ya taşındı
ve bir süre burada okudu. Bu esnada, taşındıktan yaklaşık bir yıl sonra,
1893'te tanıştığı neyzen berber Kâzım'dan ney dersleri almaya başladı ve aynı
yıl ilk sara nöbetini de geçirdi. Yedi yaşındayken, kent çarşısında Muğlalı Kel
Mülâzım Ağa müfrezesinin yakaladığı eşkiyaların halka gösterdiği sırıkların
ucundaki kesik başlarını gören Tevfik'in yaşadığı rahatsızlık ilk önce
olağandışı bir durgunluk, birkaç yıl sonra da, ilk defa 1893'te olmak üzere,
sara nöbetleri halinde kendini gösterdi. Okulu bırakmasına sebep olan ve ilk
önce neyin sesi yüzünden olduğu sanılan hastalığın tedavisi için annesi bir çok
doktora ve hocaya danıştı fakat sonuç alamadı. En sonunda hastalığı kontrol
altına almayı başaran, annesinin götürdüğü İstanbul'da Pepo adlı bir doktor
oldu. Doktor "fazla üzerine gidilmemesi gerektiğini" ve "en çok
hoşlandığı şeyleri yapmasına izin verilmesi"ni söylemiştir. Bu sayede hem
hastalık bir nebze kontrol altında kalır, hem de bu ona 'Neyzen' lakabını
kazandıracak olan neye devam etmesini sağlar.
Lise ve medrese
yılları
Bir süre sadece neyiyle ilgilenip gezdikten sonra hastalığının kontrol
altına alınmasının ardından en azından eğitimini bitirmesi için babası
tarafından yatılı olarak İzmir İdadisi'ne gönderildi fakat tekrar başlayan sara
nöbetleri yüzünden eğitimi yeniden yarıda kaldı. İzmir Mevlevihanesi'ne giderek
kendini neyine verdi. İzmir'in bu yıllarda istibdat yönetimi tarafından sürgün
yeri olarak kullanılmasının neticesinde, kovulan aydınların uğrak yeri olan bu
mevlevihanede Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Şair Eşref ve Ruhi Baba gibi
ünlü kişilerle tanıştı. Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldığı bu kişilerden
Şair Eşref aynı zamanda ona hicvi öğretti. Bu sayede 13 Mart 1898'te Muktebes
dergisinde ilk şiirini yayımlattı.
On dokuz yaşında babası onu eğitim için bu sefer İstanbul'a, Fethiye
Medresesi'ne gönderdi. Burada zamanının çoğunu Galata ve Yenikapı
mevlevihanelerinde geçiren Tevfik Mehmet Akif Ersoy'la ve onun yardımıyla
dönemin seçkin sanatçılarıyla da tanıştı; ondan Fransıca, Arapça ve Farsça
dersleri aldı, aynı zamanda ona ney öğretti.
İbnülemin Mahmut Kemal, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret,
Tanburi Cemil, Yunus Nadi, Udi Nevres ve Hacı Arif Bey gibi isimlerin arasında
kendini geliştirme fırsatı bulan Tevfik, 1900'de bir plak doldurma girişiminde
de bulundu. Gülistan Plak Mağazası'nın sahibi Hafız Aşir Bey'le beraber
yaptıkları denemelerde çok içkili olduğu için plaklar zar zor doldurulsa da
yine de basılıp piyasaya verildiler. Bu plakların sayısı çok sonradan Azâb-ı
Mukaddes (1949) kitabının önsözünde belirttiğine göre yüze yakındır. Bu
zamanlarda, saray çevresinde bile davet edilen, köşk, yalı ve konaklara
çağırılan meşhur bir neyzen olmuştu.
Mehmet Akif Ersoy'un verdiği setre pantolonu cüppe ve şalvar yerine
giymesi, akşamları medrese dışında kalması rahatsızlık yaratınca 1901'de
medreseden ayrıldı. Babasının tanıdığı ve sonradan Şeyhülislam olacak olan Musa
Kazım Efendi onu derslerine kabul ederek bu sayede Şair Şeyh Vasfi, Ahmet
Mithat Efendi, Muallim Naci gibi yazar ve şairlerle tanışmasına ön ayak oldu.
Bu süreçte bir süre Fatih'teki Şekerci Hanı'nda, daha sonra da Çukurçeşme'de
bulunan Ali Bey Hanı'nda kaldı; Sirkeci'de, İstasyon Gazinosu ve Güneş
Kıraathanesi'nde baskı rejiminin karşıtı gençlerle ülkenin sorunlarıyla ilgili
ve istibdata karşı konuşmalar yaptı. Bu konuşmalar yüzünden bir gün Ziya Şakir
tarafından jurnallenerek gözaltına alındı ve daha önce otuz beş kere
jurnallendiğini de öğrendiği sıkı bir sorgulamadan geçirildi, on beş gün sonra
salındı. Yine de, jurnallenmiş biri olarak, peşinde gezen hafiyeler yüzünden
hem kendi hem arkadaşlarının iyiliği için onlardan uzaklaşarak zamanını Beyoğlu
meyhanelerinde geçirmeye başladı.
Bektaşilik ve
Mısır yılları
1902 yılında bektaşi dervişi oldu. Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam
ettiği bu zamanlarda Şeyh Mümin Paşa'dan nasip aldı ve hayatının geri kalanını
da şekillendirecek bu inancı ve biçimi benimsedi.
İstanbul'da baskının iyice artmasının sonucunda Şair Eşref ile beraber 13
Ocak 1902 Perşembe günü "Mesajeri" vapuru ile Mısır'a gitti. Bir
arkadaşı ile bir Neyzenler Kahvehanesi açarak işletmeye başladı, geçimini neyi
ve şiirleriyle sağlamaya devam etti, Özbekiye Saz Bahçesi'nde plaklar doldurdu.
Alkolün etkisiyle bir buluşma esnasında tabancasını ateşlemesi ve duruşma
esnasında da yargıca "haksızlık yapıyorsunuz" demesi yüzünden altı ay
hapse mahkum oldu ama itiraz ederek bir buçuk ay sonra özgürlüğüne kavuşup iki
ay kadar Feride adında Lübnanlı bir kadınla yaşadı.
Bu sıralarda, ilk önce İstanbul Kıraathanesi'nde okuduğu Abdülhamid’in Ağzından
Bir Nutk-ı Hümâyun hicvi yüzünden tutuklanmak istense de çevresi sayesinde
kurtulmayı başardı; fakat daha sonra Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki
Düşünceleridir başlıklı yazısı gazetelerde yayımlanınca kesinlikle tutuklanması
hakkında karar verildi. Bu yüzden sığındığı Bektaşi "Kaygusuz Sultan"
tekkesinde bir süre kaldıktan sonra meşrutiyetin tekrar ilanıyla beraber
İzmir'e döndü.
II. Meşrutiyet
yılları
8 Ağustos 1908'de İzmir'den İstanbul'a geçerek Fatih Çemberlitaş'ta bir
hana yerleşti. Meşrutiyet'ten beklediğini alamaması uzun sürmedi. Ferah
Tiyatrosu'nda Sabah-ı Hürriyet adlı oyunu izlemeye gittiğinde oyunun İttihat ve
Terakki Cemiyeti tarafından yasaklandığını öğrendi ve bunun üzerine yaptığı
konuşma yüzünden kısa bir süre sonra serbest bırakılmak üzere tutuklandı.
1910 yılında annesinin ısrarları ile babası ve kardeşinin karşı çıkmasına
rağmen Cemile Hanım ile evlendi fakat evlilikleri yürümedi. Kayınbabası eşini
ve Leman adını verdiği kızını da alıp götürdü.
I.Dünya Savaşı'nda Muhtar Paşa'nın emrinde mehterbaşı olarak görev
yapmaya başladı. Düzenli askerlik hayatını pek benimseyemeyen Tevfik sık sık
Muhtar Paşa ile tartışsa ve çekip gitse de dönemin İstanbul Merkez Komutanı
Albay Cevat Bey sayesinde tekrar tekrar geri döndü. Üstelik bazı kaynaklara
göre dönemin Harbiye nazırı Enver Paşa'nın yalısında verdiği konseri izleyen
Alman bir komutanın davetlisi olarak Romanya'da piyano eşliğinde konser
verdi.[kaynak belirtilmeli]
Cumhuriyetin ilanı sıralarında kardeşinin yanına Ankara'ya gitti ve 1926
yılında tanışacağı Mustafa Kemal'i ve Kurtuluş Savaşı'nı yücelten şiirler
yazdı. Bu dönemde yazdığı şiirlerden cumhuriyeti ve getirdiklerini benimsediği,
ona karşı olan unsurlara da savaş açtığı görülebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında
Hasan Sâit Çelebi’nin yardımıyla Azâb-ı Mukaddes adı altında bazı kitap
yayımlama girişimleri olsa da başarılı olamadı.
Geçirdiği sara nöbetleri ve yüksek alkol tüketimi nedeniyle bundan sonra
da sıklıkla gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kamil Hastanesi'nde tedavi
görmeye başladı. Bir süre sonra eski arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'u ziyaret için
Mısır'a geçti ve bir yıla yakın bir süre kaldıktan sonra geri döndü. 1930'larda
İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'ın yardımıyla parasal anlamda destek olması
için konservatuarda görevlendirilerek kendine bir aylık bağlandı.
1940'larda ise yine valinin oluru ve aynı zamanda doktoru olan bazı
dostlarının (Mazhar Osman ve Rahmi Duman) yardımı ile Bakırköy Akıl
Hastanesi'nde 21 no'lu koğuşa tam anlamıyla yerleşti. Otel odası gibi
kullandığı bu koğuşta ve hastanede çevresine yine şiir ve felsefe ile ilgili
bilgiler sundu. 9 Mart 1946'da basın yararına bir konser verdi. İhsan Ada,
sonunda 1949 yılında, onun gözetimi altında, eserlerini Azâb-ı Mukaddes adı
altında kitaplaştırdı. 1951'de Onu Affettim ve Ağlayan Şarkı adındaki 2 filmde
rol aldı. Arkadaşlarının ısrarı üzerine, ölümünden önce son yıl olan 1952'de
Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı.
Yaşayış şekli ve
alkol
Neyzen Tevfik'in düzenli bir geliri olmadığı sanılmaktadır. Genellikle,
neyi ve şiirleriyle para kazanmaya çalışmış, sadece 1930'lu yıllarda kendisine
devlet tarafından bir aylık bağlanmıştı. Kuralları pek umursamadan sürdürdüğü
yaşamında özellikle rakı başta olmak üzere içkinin çok büyük etkisi vardır.
Yozlaşan toplum, dini istismar ve Atatürk'ün devrimlerine karşı çıkılmasına
karşı bir duruş sergiledi. Özellikle hazırcevaplığıyla tanınırdı, bu sayede bir
çok fıkranın konusu olmuş, aynı zamanda hicivde de başarılı olmuştur.
Ölümü
28 Ocak 1953'teki ölümünün ardından Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'nde
cenaze namazı kılındı. Civardaki cadde ve sokakları dolduran profesörler,
memurlar ve bazı ileri gelenlerin yanında kendilerine çeki düzen vermeye
çalışmış sarhoşlar ve sokak serserilerinden oluşan[1] büyük bir kalabalığın
eşliğinde Barbaros Bulvarı'ndan geçerek defnedildiği yere ulaştırıldı. Mezarı
bugün Kartal Merkez Mezarlığı'ndadır.[6]
Ailesi
Çocukluğunu geçirdiği Bodrum'da beraber olduğu ailesi ile ilgili çok
sınırlı kaynakta belli başlı bilgiler bulunmaktadır. Annesi hakkında herhangi
bir bilgi olmamasına rağmen babası ve kardeşi ile ilgili aşağıdakiler
söylenebilir.
Babası Hasan
Fehmi Kolaylı
Soyadı Kanunu çıkınca aslen Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay
beldesinden olduğu için ailesine "Kolaylı" soyadını alan Hasan Fehmi
Bey, Neyzen'in ifadesi ile annesi ile birlikte "yüzünde riyasız, masum bir
insanlık ifadesi"[1] bulunan kültürlü, sanatsever ve Tevfik gibi nükteci
bir Rüştiye öğretmeniydi.
Kardeşi Ahmet
Şefik Kolaylı
Tevfik'e, anılarına ve eserlerine sahip çıkan, büyük önem veren ve
ansiklopedilerde adının yer almasında büyük pay sahibi olan[1] Şefik Bey sığır
vebası, tavuk kolerası aşısı, antraktsa teşhis çiçek aşısı ve Anadolu
keçilerinin plöro-paömonisi konularında çalışmalar yapmış bir bakteriyologdu.
İstiklal Savaşı'ndan sonra atandığı Pendik Bakteriyolojihanesi'nde 1939 yılına
kadar müdürlük, 1939-1945 yılları arasında Tarım Bakanlığı teftiş heyeti
üyeliği ve bundan sonra 1951'e kadar da Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı
yapmıştır.
Sanatı
Neyzenlikteki ustalığıyla beraber, hiciv sanatını kullanarak şiirlerinde
toplumdaki eşitsizliğe, haksızlığa ve zulme, siyaset ve dini baskı ve
çıkarcılığa değindi.
Edebiyatı
Neredeyse tüm hayatı boyunce baskı ve zulme karşı çıkan Tevfik'in
şiirlerindeki yergi ve taşlamaları onu bu türde Nef'i ve Eşref'ten sonra en
önemli üçüncü edebiyatçı konumuna getirmiştir.[kaynak belirtilmeli] Şiirlerinde
sık sık, 1900'de yazdığı Sahne-i ömrümden nefs-i emmareye hitabım[7] şiirinin
ilk kıtasındaki gibi müstehcen sözlere ve bu yolla yapılan taşlamalara
rastlanır:
“ Alemin bağ-zârını s*keyim!
Sümbül ü verd ü nârını s*keyim!
Andelib-i nizârını s*keyim!
Hâsılı nev-baharını s*keyim! ”
Bu isyan tarzı ve Osmanlı döneminde yazdığı eserler defalarce
jurnallenmesine ve tutuklanmasına sebep olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise yine
mevcut rejime ve Atatürk'ün devrimlerine, ilkelerine karşı çıkanlara
göndermelerde bulunmuş, Atatürk'ün ölümünden sonra 1938'de aşağıdaki O ölmedi
adlı şiiri kaleme almıştır:
“ Tanrı ölmez, O
dilerse görünür bir müddet,
Kaybolunca O’nu kalbinde bulur her millet.
Biliyormuş kaderin cilvesini evvelce,
Bütün ecrâm-ı semâ yasla büründü o gece.
Yaklaşan bir acı önce güneşi korkuttu,
Ay tutuldu diyemem gökyüzü mâtem tuttu.
Ata geçtin ebedin mevki-i müstahkemine
Bir direktif veriyor arza, beşer âlemine!
Bize ilhâm ile isâl ediyor her haberi,
Ki O’nun kudret-i külliye, emirber neferi.
Bağladı dâr-ı fenânın ebede telsizini,
Güdelim açtığı yollardan mübârek izini.
Atatürk’ ün beşere sunduğu peymânı budur:
Atatürk’ e inananlar er olur, sulhu korur! ”
Eserleri
Şiir kitapları
Hiç, 1919
Azâb-ı Mukaddes, 1949
Besteleri
Nihavent Saz Semaisi
Şehnazbuselik Saz Semaisi
Taksimler, taş plak
Fıkra
Halk arasında neyzenliğinin ve şiirinin yanı sıra fıkralarıyla da tanınır
fakat ağızdan ağıza aktarılan bu unsurlara edebiyat dünyasındaki kaynaklarda
rastlamak çok zordur. Başlıca bilinen fıkraları şunlardır:
Padişahçılık
Hamam sefası
Edep
Kırk yıllık ölü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder